ungeduld des herzens
okumaya uzun bir ara verildiğinde mi böyle oluyor, yoksa bana başka bir şey mi oldu bilmiyorum ama, birkaç yıl önce artık okuduğum yeni şeylerden keyif alamamaya, hatta -kendime saklamaya çalıştığım bir şekilde- neredeyse hiçbir şeyi beğenmemeye başlamıştım. bu hastalıklı halin, bir zamanlar sevdiğim yazarları okurken bile, "allahaşkına şimdi bu betimlemeye ne gerek var burada", "bu cümleyi kurarken neyin kafasını yaşıyormuş acaba", "yazılan her şey basılmamalı" şeklinde rezil düşüncelere kadar vardığı oluyordu. "yazar tıkanıklığı"na benzettiğim bu "okur tıkanıklığı" yıllarca sürdü ve arada birkaç istisna oluşsa da genelde "bunu okurum bence artık" diyerek umutla alıp bir süre sonra kenara fırlattığım kitaplarla birikti durdu; ben de bu yıllar boyunca, hala sevdiğim birkaç yazarın sevdiğim birkaç kitabını her seferinde aynı hazzı duyarak defalarca okuyup durdum.

bu yazarlardan biri olan salinger'dan esinlenmesiyle bildiğimiz ve sevdiğimiz wes anderson, son eseri the grand budapest hotel'de bir başka yazarın, stefan zweig'ın dünyasına soktu bizi, malumunuz. rastlantı da bu ya, lanethli bir dostum bana bir zweig öyküsü hediye etti tam da o sıralarda. tek solukta okuyup bitirmiş ve çok da beğenmişken, kısa bir hikaye olmasından dolayı sanırım, "schachnovelle" bana tam bir tanışma gibi gelmedi tabi. sonra filmi yeniden izleyip, "kitaplığımda bir zweig daha olacaktı" deyince, bu sıkıcı yaz günlerinden birini bir kazanca dönüştürdüm ve "ungeduld des herzens" aracılığıyla zweig ile tanıştım.

türkçesi "acımak", "acı duygular", "sabırsız yürek", ingilizcesi "beware of pity" adıyla basılmış olan ve yine bu isimle çekilmiş 1946 yapımı bir filmi de bulunan kitap, ikinci dünya savaşı başlamadan kısa bir zaman önce macaristan sınırı üzerindeki bir taşra garnizonunda göreve başlayan teğmen hoffmiller'in, bu küçük kasabadaki sıkıcı günleriyle başlayıp, kekesfalva ailesi ile tanışmasıyla devam eden macerasını konu alıyor ve bu talihsiz hikaye üzerinden, acıma/merhamet duygusunun anatomisini büyük bir ustalıkla çıkarıyor.

"iki çeşit merhamet vardır: birisi gevşektir, duygusaldır. aslında bu, başkasının ıstırabı karşısında sizi kavrayan o acı heyecandan mümkün olduğu kadar çabuk kurtulmak için kalbinizin gösterdiği sabırsızlıktan ibarettir. acıma duygusu değildir bu, bir yabancının çektiği acıya karşı ruhun, kendi içgüdüsüne uyarak gösterdiği bir koruma hareketidir. diğeri, yani asıl makbul olanı ise, ne istediğini bilen ve insan gücünün son haddine kadar ısrarla dayanmasını başaran merhamettir. insan ancak sonuna kadar gittiği, daha doğrusu sonuna kadar gitme sabrını gösterdiği zaman başkalarına yardımda bulunabilir."

dr. condor'a ait olan bu sözler bu anatominin bir özeti aslında ve bizler bu ikinci türün, "ne yaptığını bilen ve sonuna kadar gitme sabrını gösteren" merhametin pratiğini bizzat kendisinin, "gevşek ve duygusal" olanınınkini ise hoffmiller'in hikayesinde görüyoruz. dr. condor karakteri üzerine söylenebilecek çok şey var ancak kimse kendisini benden dinlesin istemem; kendi adıma, zweig'ın bu karakter üzerine önce güçlü bir tiksinti, ardından çok büyük bir hayranlık uyandırdığını ve kendisine ayırdığı sayfalar boyunca beni nasıl bir coşkuya sürüklediğini unutmayacağım muhtemelen.

"cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir", "kaş yapayım derken göz çıkarmak" başlıklarıyla da ilgili olup, benim "iyiliğin hakkını verebilmek" başlığını seçtiğim bir uktem vardı ki yıllardır "biri bunun kitabını yazsın lütfen" diyordum; "yazılmışı var"mış özetle, bu kitap o kitapmış. hem bunu, hem de anderson'ın zweig için "o'nun dünyası o doğmadan tarihe karışmıştı bile. ama bize o dünyada olduğumuz hissini olağanüstü bir zerafetle yaşattı." derken neyi kastettiğini görmenin, hatta espri olsun diye üzerine ekleyebilirsek "galiba iyileştim" ya da "demek ki sorun bende değil sizdeymiş :p" diyebilmenin coşkusuna da dayanarak, bu kitabı özel bir yere koyup kişisel tarihime not düşebilirim.