"ölüyor musunuz, büyüyorum?
sabahın kuyruğunda sizi bekliyorum."

ilhan berk / han yü yazıtı

bedenim henüz vermedi kararını. somyanın üzerinde daha ağırlaşıyor, yayılıyor, yassılaşıyor. onu yeniden ele geçirdiğimde, soluduğum odayı gürültüsüyle dolduruyor. göğsüm uyuyan bir çocuğun göğsü kadar inip kalkıyor. gözlerimi açıyor, hiç kırpmadan uzun uzun bakıyorum gökyüzüne. küçükken, çok küçükken de yenilere ve eskilere bakardım böyle. gök ile aramda yılların kiriyle bulanıklaşan ve saydamlığını yitiren camların üzerlerine soluğumu üflemek isterdim ama onlar da çok uzakta. c. d. friedrich'in sevdiği türden bir gece bu: fırtınalı ve açık. anımsadığım şu ad, ilk adlar. rüzgarın kıyıp doğradığı bulut parçaları aydınlık bir zeminde savrulup duruyor. beklemeye sabrım olsa ayı görebilirdim. sabredemeyeceğim. şu anda gördüğüme göre rüzgarı da duyuyorum. gözlerimi yumuyorum, rüzgarın sesi soluğuma karışıyor. sözcükler ve görüntüler, kafamın içinde birbirini izliyor, birbirine karışıyor, savruluyor, paramparça oluyor hiç durmadan. bu karmaşanın ötesinde, bambaralar'ın göğü altında, hiç bozulmayacak bir sessizlik ve ilgisizlik de var. biraz yana dönüyor, artık iyice aklaşan saçlarımı eziyorum yastıkta, dudağımı burnumu dayıyor, örtüyü başımın üzerine çekiyorum. bedenimin en derininde yeni acılar buluyorum, daha açık nasıl anlatmalı? özellikle sırtımda hissediyorum bunları. kendilerine özgü bir dizemleri, hatta bir tür ezgileri var sanki. renkleri maviye çalıyor. nasıl da katlanıyorum bunlara. bir kuş gibi dikiyorum kafamı ta geriye. evrene gömüyorum kendimi. belki mutluyum ama bilgeleşmiş değilim. çünkü bilgelik şu mutluluk anında insanın kendini kapıp koyuvermemesini gerektirirdi. ya ben ne yapıyorum? kendime daha hızlı ilerlemem gerektiğini söyledim çünkü gerçek yaşamda bu tür inceliklerin yeri yok. kötülük işte orada gizleniyor, şehvetin kıvrımlarında gizlenen gonokok mikrobu gibi. zamanım sınırlı.

yaşamak ve yaratmak. çabaladım. çabalamış olmalıyım. yaratmak doğru bir sözcük değil belki, yıkıntılarla bulmak. yaşamak da öyle. önemi yok bunun, çabaladım. ben çabaladıkça içimdeki ciddiyet canavarı homurdanıyor, kükrüyor, parçalıyordu beni. yaptım bunu. yalnız başıma kaldığımda, iyi gizlenip palyaçoyu oynadım, yapayalnız, saatlerce kımıldamadım yerimden çoğunlukla ayaktaydım. büyülenmiştim sanki. bu kez biliyordum nereye gittiğimi. eskinin gecesi, dünün gecesi değil artık. şimdi bir oyun oynayacağım. şu ana kadar oynamayı beceremedim hiç. can atıyordum oynamaya ama bunun olanaksızlığını da biliyordum. yine de birçok kez denedim bunu. bütün ışıkları yakıyor, çevreme iyice bakınıyor, gördüğüm her şeyle oynuyordum. insanlar ve nesneler için bundan daha güzeli yok, bazı hayvanlar için de böyle. başlangıçta her şey iyi gidiyordu, hepsi bana geliyordu; biri kendileriyle oynamak istediği için hoşnuttular. şimdi bir kambura ihtiyacım var desem, birazdan kullanacağımız, taşıdığı güzel kamburla gurur duyarak biri çıkıp geliyordu. soyunmasını isteyebileceğim gelmiyordu aklına. ama çok geçmeden kendimi tek başıma, karanlıkta buluyordum yeniden. oyun hevesimi işte bu nedenle bastırdım ve biçime ve söze indirgenmeyen şeylere, telaşsız varsayımlara, karanlığa, eller önde uzun yürüyüşlere, gizlenmeye verdim kendimi. bir yüzyılın aşkın bir süre böyle yaşadığıma göre nasıl da bağlanmışım bu ilkelere...

üç gündür bu kentteyim. onu arıyorum. ana yola çıkıp bir taşıta binme düşüncesi aklımın ucundan geçmedi. bir torbadan dökülüp etrafa saçılmışçasına sağda solda tek tük ışıkları yanan evlerden yardım isteme düşüncesi de asla yanaşmayacağım bir şeydi. evet, bir akşamdı. şemsiyemin altında, havanın açılması bekliyordum usulca, tam o sırada biri apansız arkama yanaştı. işitmemiştim, yalnız başıma bir yerlerdeydim. oraya nasıl geldiğimi bilmiyordum. bir el geri döndürdü beni. kırmızı yüzündeki yaraları seçilebilen, muşamba yağmurluğu ve botu ıslaklıkla korkunç parlayan, dolgun yanaklarından sular akan bir adamla nefretle bakıştık. kimdi bu? belki de mimarı sorduğum çocuğun babasıydı. oğluyla olan o kısacık konuşmamızı uzaktan bir yerlerden görmüş ve ne kadar olduğunu bilemediğim şu zaman boyunca beni izlemişti. elinde bir fener tutuyordu. ceketimin astarından yakaladı beni, henüz sarsmamıştı. ama canı istediği zaman sarsmaya başlayacaktı. yalnızca sövüyordu. onu böylesine öfkelendirmek için ne yaptığımı soruyordum kendime. onun kentindeydim, toprak onundu. bu her halinden belli oluyordu. ayaklarımın hemen altında ezilmiş bir şeyler olduğunu fark ettim. ona ait olduğunu adamın öfkesinden ancak anlayabildiğim çamura bulanmış yavru bir köpek belki de son nefesini veriyordu. başının büsbütün gömüldüğü çamurdan düzensizce çıkan hava kabarcıkları çivi gibi batıyordu bu anlara. özürlerle, yalvarışlarla ve bir ölümün ağırlığıyla geçen o kayıplıkta adamın yüzüme yaklaşan ıslak, keskin yüzünden seçilen tüm ayrıntılar ve izlerden fışkıran cerahat kokularıyla daha ne kadar öyle kaldık, hatırlamıyorum. bütün ışıklardan; el fenerinin küçücük gözünden dünyaya yayılan tüm ışıklardan kaçarcasına, soluğumun gırtlağıma yapıştığı ana dek koştum. karanlık, bir kelebeğin hızla yaşlanması gibi alıyordu beyazlığı kendine.

iki yüksek bina arasındaki dar bir geçidi gözüme kestirdim, etrafıma bakındım, sonra daldım. her katta karşılıklı birer küçük pencere geçide açılıyordu. sanırım tuvalet pencereleriydi bunlar. geçitten çıkış yoktu, öyleyse bir geçit değildi burası, bir çıkmaz sokaktı. bitiminde karşılıklı iki girinti vardı. bir anlık bir süre içinde oraya yerleşmeyi, orayı kendime bir in, bir sığınak yapmayı geçirdim aklımdan. duvara sırtımı verdim, ayaklarım duvardan uzakta neredeyse kayacak gibiydiler. bacaklarımdan biri giderek kısalıyordu. woyzeck'ten pasajlar okunuyordu bir yerlerde yüksek sesle, gözlerimin içinde ağırlaşan bir çift kanadın sesi vardı. durdu.
tümünü göster