''herkes kendi vahşetini doğurur ve yaşatır.''
antonin artaud

duvarlar, yağmurlar üzerine yazan bir delinin gecenin yarısında uyanıp sessizliği, sessizliğin kendisine de anlatması kadar beyaz. gemiler,

-özenli katilidirler tüm balıkların, denizkızlarının. demir kokusuyla ve içinden geçtikleri akıntıyla aldatırlar. bundandır hızla koşuşturmaları karanlığa. bir utancı örterler ardı ardına, pencereleri de-

bir suçu saklarcasına renklerden tablolara geçişiyor gemiler.

pushkar güncelerinden çalınan notları var ihtiyarın kimselerin bilmediği; bunun içindir kendisini dünyaya bırakmadan yaşıyor. dostları uzak ülkelerden kolyeler, yaz bitiren palyaço resimleri, midye kabukları toplayıp getiriyorlar ona. uykusuzluğu da eklersek şimdilik bu kadarı yetiyor olmalı. uykular,

-hiçbir şey düşünmeden yaşamaya alışmanın sağır annesi kör kuyusu. ne tam bilinçsizlik ne de tam bilinç. böylece dinginliğinin sınırına yaklaştığı söylenebilir bedenin de; nemli bir ağzın, kaygan bir dilin altına saklanmışken kesik bilek söylencesi-

kırmızı bir leke gibi karanlığa bulaşıyor uykular.

daha nice pencere örtülüyor bulvarda. tombul garson paris özentisi masaları içeri taşıyor. genç bir teğmen yanında sevgilisiyle geçiyor; ağzında düzensiz bir ıslık, ağzında gömülüp bir mağaraya öylece kalmış öteki kadınlar erkekler. akarsulu jandarmalar neon ışığında kımıltısız bekliyorlar. başka bir dünyadan gelmiş gibi upuzunlar, başlıklarında donuk parıltılar. bulvar bomboş, kuşlar ağaçlarını bırakıp gitmişler...

şakaklarının vuruşunu duyuyorum yanı başımdan havalanan meleklerin. bulvar kadar odasında eşyalarıyla gölgeye dönüşmüş tiyatrocu bir kadın... kaldırımlara değen perdeleri çekiştiriliyor zamanın. her şey kendi ritminde, kendi gerçeğinde. ya buradan başlayarak dışına itilmiş sözcükler bir küçük romanın; çıplak gövdeleri bir ateşin içinde erimiş, boşlukta akıp gitmiş ölülerin gözlerinden beslenen pınar.

ışığın gerçeğine dokunamadan derin bir uykuda yüzüyorlar ya da...

masanın üzerinde darmadağın duran kağıtları, kitapları kaldırıyor ihtiyar. onun istanbul'da günlerce aradıktan sonra bulup bana getirdiği 'agony in the garden' suretini bir dosyaya koyuyorum. su taşların üzerini örtmeye başlamış. olsun, bellini ile birlikte boğulurlar.

bir batık el belki venedik'ten kaçırılmış. odaları su basmış, denizler değiştirmiş kara talihlerini. sokaklardan bir gümüş sürüsü geçmekte. accademia'yı da su basmış, fethi ağabey'in kahvehaneyi de. asıllarını hala göremediğim giovanni'nin madonnalar'ı... evet onlar da dibi boylamış. venedik bir batık artık mudanya'nın kalbinde, boyaları akmış bir eski zaman düşü. düşler,

-o gece bir ayraç gibiydiler, ayırdılar sonsuz silah seslerini mutlu çekiçlerden. karafaki rakısını yudumlayan yıkık dökük adamları şamarladı gazeteci çocuklar. salgına tutulmuş yaprakların yarısı kayıptı, kurtları iştahla yiyen kuzuların dişleri gibi parıldaya parıldaya kesti sabaha karşı masalların sesini-

döküldüğü yere kadar her şeyi sürükler dedikleri düşler.

ve yazılır duvarlara.
bulvarlar otuz iki diş sımsıkı kapanır, ihtiyarlar bir balıktan milyonlarca kez daha doğar, gemiler elleri bomboş geçer gider.
ve ardında kız denizler, sapsarı gülüşler.
ve sen uyursun, artık sana dokunamaz kimse.

ama belki kanım, diyorum ki kanım; beni alır da ayak uçlarına kadar ilerler.

(21.07.13 - mudanya/bursa)