aşkı açlık söndürür, o yapmazsa
zaman;
ne de zaman söndüremezse
darağacı kalır geriye

(thebaili krates, iamboslar 17)

alışılmışlığın dışına çıkılınca, çevre de değişiyor. her zaman geldiği, her şeyini çok iyi bildiği bu kahvehane, kokularıyla ışıklarıyla insanlarıyla daha önceki günlerin bir benzerini yaşıyor. çevresindeki kişilerin ikişer üçer oturmalarına konuşmalarına karşın o tek başına oturuyor. kitabını okuyor, arada bir kahvesini yudumluyor, sineklerini buluyor. buraya gelmeden önce duyduğu tedirginlik yok şimdilerde. rahat rahat kendisiyle kalabiliyor böyle. ama ister istemez anılara kayıyor usu, bağışlamayan belleğiyle gider oluyor ayakları şimdi yere sımsıkı bastığı halde. her şeyi geçmişle örtüştürmesi huzursuz ediyor onu. kurtulamıyor bundan. kurtulamıyor mu? kurtulmak istemiyor. en doğrusu bu... krates okumaya ara veriyor. önünde mektup, açılmayı okunmayı bekler. elini uzatıyor, usulca yırtıp kenarından gün ışığı kazandırıyor yazıya;

" 22 nisan binler dokuzlar daha neler neler... sevgili dostum, nergis'ten uzun bir mektup aldım. antalya'dan atmış. bir süredir orada olduğunu bilmiyordum. ne haltlar karıştırdığını da yazmamış. politik nedenlerle bir süre antalya'da kalacağını belirtiyor. ortadoğu üniversitesi'nden tanıdığı engin adlı bir dostu da yanındaymış. engin'in dünyaya, insanlara ne denli sağlıklı, ne denli kendi iç çelişkilerinden arınmış olarak baktığını anlata anlata bitiremiyor. çok değiştiğini, antalya'da kendi özvarlığının oluşabileceği bir dünya bulduğunu da eklemiş mektubuna. aklına estikçe bir köşeye yazıp bana ulaştırdığı bölük pörçük notlarda bazılarını sana da yolluyorum. biz üç eski dostun ayrı kentlerde ne denli ayrı alınyazılarını paylaştığımızı daha iyi anlayabilmen için. nergis'in antalya'da yaşadığı ve benim bu ortaçağdan kalma kentin sokaklarında sürüklediğim yalnızlığa bir misilleme sanki suskunluğun... 22 nisan binler dokuzlar daha neler neler , poitiers, sevgiyle selamlarım, ahmet... "

nergis'in notları özenle birbirine tutturulmuş, önünde duruyordu. içi sıkıldı, zarfa hızla sokuşturdu her şeyi. öyle çok derine itti ki cebinde yıllar sonra ancak bulunabilirdi. sayfalarının çoğu yanmış, sararmıştı... yüzüne kulaklarına ateş yayılıyordu... içine acıyla yazılmış nice sözcükleri duyuramayan bir mektuptan önce yangından kurtarılması gereken başka şeyler vardı elbet. hem o kenarları sararmış sayfaları dolduran sözcüklerin kurduğu dünya güç anlaşılabilir bir dünyaydı. her zamankinden daha yalın, daha kararlı olmayı gerektiren o dönemin genel havasına uymuyordu pek. sözcüklerin anlamı gerçekten soyutlanmış, çağrışım alanları parçalanan bir bilincin algılarıyla sınırlanmıştı. çığlığa dönüşseler bile çoğunu kimse duymaz, duyanlar da, kendilerince daha önemli gördükleri eşyaları kurtarmaya uğraştıklarından duymazdan gelirlerdi. bu nedenle nergis'in yangından arta kalan karalamalarını etleri toprakta dağılan bir iskelete, güneşe karşı çekildiği için yanmış bir fotoğrafın arabına bakar gibi okumak gerekecek. bazı bölümlerde karmakarışık yazılar desenler, günlük gazetelerden kesilip usdışı bir düzenlemeyle yapıştırılmış haberler yer alıyordu... sevgilim benim! diyordu nergis, sen en çok güvendiğim, en sevdiğim varlıksın. gel şöyle yaklaş biraz... beni hiç yalnız bırakmadın, gece çalışırken yanı başımda durdun hep, uykuya yorgunluğa direndin. önümdeki beyaz kağıtlara sen kazıdın sözcükleri. sabahları elimden tutup beni işçi kahvelerine, kalabalık alanlara götürdün. dünyanın arınıp yunması, yaşamın değişmesi gerektiğini öğrettin bana. senin sözcüklerine konuştum, senin ürettiğin değerlerle yaşadım. ama bir süredir seninle değilim, yitirdim seni. çölde bir kuyu başındayım. çöl ilerledi, bütün kenti kapladı, kimse farkından değil bunun. çölde seninle birlikte bir kuyu başındayız. tepemizde yuvarlak bir kızgın güneş. senin gölgen benim gölgeme karışmış. kuyu başında durmuş aşağıya saldığımız kovanın suya çarpmasını bekliyoruz. dipsiz bir karanlığa doğru iniyor kova. dudaklarımız susuzluktan çatlamış, alnımızda derin çizgiler. senin alnın benim alnıma bitişmiş, dudakların dudaklarıma. rüzgar geçiyor tozlu saçlarımızdan, güneşte parlayan kum tepeciklerini gökyüzüne savuruyor. kova hızla iniyor aşağıya. bekliyoruz. ama bir türlü sonu gelmiyor bu bekleyişin. birden kuyunun çoktan kurumuş olabileceği geliyor aklıma. boşuna bekliyoruz diyorum. sen umutla bekliyorsun. hem dünya kör bir kuyunun başında durup aşağıya saldığımız kovanın suya değmesini beklediğimiz bir dünya bile olsa güzel... boynuna tırnaklar saplanıyor ateş etine dalga dalga ilerliyordu... ''mimar bey oğlum, çayın?''... oda karanlıktı, yarı çıplak oturuyorduk. ama yalnız değildik, aramızda aşılmaz bir duvar vardı. tanımadı beni, uykusuzdu. aramızda, pıhtılaşan kan lekeleriyle dolu taş döşemenin soğukluğu vardı... ''mimar bey?''... avlunun ortasından döne döne yukarı çıkan ahşap merdivenlerdeydi. tablolarla dolmuştu her yanı. basamakları koşarak çıkıyor, sarı badanalı odanın kapısını açıp içeri girince doğum yapan bir kadının iki yana açılmış bacaklarıyla karşılaşıyordu. tahta masaya boylu boyunca uzanmıştı kadın. çıplaktı. yumruklarını sıkmıştı. şiş karnı neredeyse tavana değecekti. başında duran doktor kulaklığını takmış kadının kalbini dinliyor, öne doğru iyice açılmış bacakların arasına dikkatle bakıyordu. cılız sabah aydınlığı giderek büyüdü, büyüdür ve kapattı tüm tanıdık yüzlerin karaltısını. beyaza kesti ortalık...

kulelerin sivri uçları gibi maviye yakın ve yukarıdaydı bakışları, kendisine sırıtarak bir şeyler geveleyen karşısındaki şu adama ne diyeceğini bilemedi. bilekten kesilmiş iki erkek eli gibi sallanıyordu karşısında, içten içe keyiflenmişti belli ki bu dalgınlığına müşterisinin. çok sonra bir çay daha alırım diyebildi.

krates'i kaldırıp altındaki cılız, hayli eski basım bir kitaba uzandı. melih cevdet diye bir şairindi. kahvehanede, birikmiş gazetelerin ve süslü oyuncak gemilerin, tozlu bezlerin sokuşturulduğu dolapta şans eseri bulmuştu. ilk sayfasını çevirdi, okumaya başladı...

tanıdığım bir ağaç var
etlik bağlarına yakın
saadetin adını bile duymamış
tanrının işine bakın.

geceyi gündüzü biliyor
dört mevsimi, rüzgarı, karı
ay ışığına bayılıyor
ama kötülemiyor karanlığı.

ona bir kitap vereceğim
rahatını kaçırmak için
bir öğrenegörsün aşkı
ağacı o vakit seyredin.
tümünü göster