- ''kalkın, davranın yerinizden hey! yağmurlu kitabı yakıyorlar''

pişpirikçilerin bakışları iskambil kağıtlarından kapıya kaydı. genç mimar, yosun yeşili masanın üstünde sineğini buldu yeniden. semaverin sıcağıyla buğulanmış saydam bardakların, gök mavisi cam kavanozların, nargilelerin arkasından kahvecinin sarkık bıyığı göründü. işsizler korkuyla birbirlerine baktılar, sonra kafalarındaki soru işareti belirsiz bir ünleme bıraktı yerini. emekli memur yeni bir olayı duymanın sevinciyle gazetesini katlayarak cebine koydu. haberi getiren, kimsenin yerinden kıpırdamağını görünce bozuldu, gelişinin aksine aldırmaz bir tavırla çıktı gitti. pencerenin yanındaki adam da arkasından... kahveci aralık kapıyı örtmek için yerinden kalkmadan önce oturaklı bir küfür savurdu.

acının derin izi kımıltısız yüzlerine gelip durmuştu. soğukça saçak altına tüneyen yağmur kuşları gibi sessizdiler. gözlerinde çıkılmamış bir yolculuğun o belirsiz sıkıntısı dolaşıyordu. bir şeftalinin tüylü kabuğu dudaklarına değmişçesine ürperiyordu kahveci, yaralı bileği ıslak tezgah havlusuna sürtünüyordu. içinden, bütün kötü sürtünmelerin sinir bozucu uyumsuzluğu geçti. işsizlerden sırtını duvara yaslamış olan biri;

- ''ne kötü bir gün böyle'' dedi. yanındaki;
- ''neresi kötü? yakmakta geç bile kaldılar. bir sürü pis, arsız insan doluştu mahalleye efendim''. artık herkes sırayla söz alırmışçasına konuşuyordu:
- ''her şeyden önce devlete ayıp oluyordu''
- ''iyi oldu elbette, insanları yoldan çıkarır böyle kitaplar''
- ''çocuklar peki? onlara ne olacak kim bilir, pek severlerdi...''

uğultular, fokurdayan çaydanlıktan yayılan uyuşuk bir buharın eşliğinde büyüdü duruldu, son bir hevesle yükseldi ve fark ettirmeden çöktü kirli camların yüzüne. cepleri tütün kokan cebinden sigara paketini çıkarıp masanın üzerine bıraktı genç mimar. güz güneşi masanın yosun yeşili örtüsünü gittikçe solduruyordu. bir parça ışık iri parmaklı ellerinden yukarıya tırmandı, sakalları karışık bir yüzü aydınlattı. güneş artık hiç ısıtmıyor diye düşündü. sadece aydınlatıyor uzaktan vuran bir sarı lamba gibi. başka şehirlerden gelmiş insanların o çekingen bakışlarını gizleyen duman rengi gözlerini pencereye çevirdi. emekli memur onun üzerinden ışığın bu devinimini izledikçe gömülüyordu sandalyesine. kahvecinin rum evin arka bahçesinden topladığı elmalara ilişti gözleri. belli belirsiz gülümsedi, hayatı boyunca sevdiği kadını ve onun elmalarla iç içe geçen kokusunu düşledi. ne çok sevmişlerdi birbirlerini ve nasıl da bitmeyecek bir hal almıştı sevgileri... karşıdaki ağacın çıplaklığını bir anda kırlangıçlar kapadı. çevreye keskin çığlıkları yayılıyordu. havalanarak düzenli aralıklarla bulutların beyazını bölüyorlar, göç yollarını işaretliyorlardı.

bir çocuk kahvehanenin önünde kurumaya yakın bir çamurlu toprağa oturmuş yere bakıyordu. ölen ağabeyinden kalan, kumaşı yer yer aşınmış kocaman bir palto vardı üstünde, kısa pantolonunun altında üşüyen bacaklarını da örtüyordu. iki sokak kadar yakınlıktan kalkan toz bulutunun kırmızıya bulandığını görünce gülümsedi. kırmızılık kirli yüzüne, kapkara bakan gözlerine dokundu. belirsiz yumuşak bir el saçlarında dolanıyordu sanki. uzun kirpiklerinin fışkırdığı gözkapaklarını yumarak kendisini rengin büyüsüne bıraktı. birden karanlık bir dağ kapladı kırmızıyı, güneşin battığını sanıp telaşla gözlerini açtı. karşısında iki kocaman ayakkabı duruyordu. biri büyülerde dolaşıyor diye düşündü. kediler gibi usulcacık yaklaşmasını da biliyor. çamurlu ayakkabılarından buruşuk pantolonunun üzerine kaydırdı gözlerini. karşısındaki adamın karanlık suratını gördü.

- ''trenleri sever misin sen çocuk'' dedi adam.

aradan geçen dakikalar içerisinde şaşkınlıkla bakakalan çocuğun kendisini cevap vermeyeceğini anladığında kuzeye giden bir trenden atladığını anlattı ona. on gündür bu yabancı yerdeydi, iki kere yabancıydı ona göre. birbirlerine eklenerek çoğalan, yüreğe benzer o sıcacık evlerin dışında dolaşmıştı gece olduğunda. kendisi gibi yabancı olan genç bir mimarı arıyordu... çocuğun bitmek bilmeyen sessizliğinden, onu tanımadığı sonucunu çıkarıp sokağın aşağısına doğru yürümeye koyuldu. arkasından bir süre bakan çocuk da ceketinin cebinde duran kitabı yokladı, adamın tersine, yolun yukarısında merakla ve korkuyla bekleşen kalabalığa yöneldi.

içeride kahire radyosunun cızırtıları eşliğinde yeni demlenmiş çayın keyfi sürüyordu...
tümünü göster