büyük çiçek evleri düşer. hanlardan ve içlerindeki küçük süs havuzlarından, onların etraflarında beyaz saadet serilerini okuyup yaşlanan kadınlardan ve ölümü erteleyen yaşlılardan sayıca azız. halkının gönlüne dinamit bağlamış bir iktidarın kapkara ormanlarında kurulu, gölgeye nazır tuzaklarımız var. en derin çukurlarından yukarıya bakarak, fısıldaşan yeşil yaprakların armağan ettiği dağlı sözlere ve yazılamamış mektuplara inat, sanki kuğuya göç yolunda vurulup kalmış bir tarafımız. biz ayrıyız.

bugün pazartesi. ben çıkıp sokağa yürüyorum, sevgilim de bulutlara isim verir öbür kıtada. hatıranın doğasında benden kopan bir parça bir başkasına eklemlenir, hiç istenmediği halde özlem bulup yapışır gömleğimin yakasına. bir kitapçıya girerim tanınmadık yazarlarla buluşurum, berber dükkanlarını gözlükçüleri demircileri geçer giderim. o bir vitrinin önünde yere bırakır dileğini. erik ısırır bir ağacın altında.

onu beklemek zamanın dişlerinde yer değiştirmek gibi. önlerde süt rengi, arkalarda ezici bir davet belki yok olmaya. kan olup zorlamak damarları patlatırcasına, derinin altından binlerce göstermek kendini. çok kabarmış nehirlerin, sakin kalmak adına düz ve pürüzsüz olması gibi. yorulup oturunca bir kaldırıma etrafında çimen geçişi çimen sesleri elma kuşları. telefonun diğer tarafında binip bir sandala ardına kadar açılmışız hayata.

biliyor o, rodez'den beri parmaklarımda kalem uyutmuyorum. güneş tepeyi aşar aşmaz örtüyorum kapımı. pencerelerime bal sürüp en olmadık hayvanlarını gözlüyorum tarihin, taş yuvarlıyorum boşluklara. kahvaltılar sessiz ve ağır. ekmeği uzatır mısın, bir çay daha, reçel fena değilmiş... son ana kadar saklanabilecek birtakım küçük lokmalarla giderek ufalıyor masa. sert bir zemin olmalı ve değmeli kollarım göğsüm tüm o sonraya.

biliyorum, sonunda ne olursa olsun körlüklerin göz kaybetmez rengini. büyük bir gevşeklik ve rehavet içerisinde şehre yürümekte olan kalabalığın içindeki görünmez kavgayı, terlemiş, ışıktan çıldırmış bir halde bağıranları, huzursuzluğun minik bir bıçağa benzemesini ve saplanmasını plastiğe... deliyi ilk o görür. ayaklarını topuklarından bitiştirmiş, sırtını yokuşa dönmüştür. iki çıplak ayağın önünde dizili bir sıra cincibir. renkleri seçilmez uzaklardan.

dönüşte yine aynı kahvede, eski yerimde beklerim. gözlerim hala kapalı, onunkiler de öyle. şimdi onu taşıyan nilüfer karartmış iyiden iyiye havayı. yanımdaki masada kalabalık bir aile oturur. televizyonda reklamlar. dışarıda çan kulesinin üzerinde külrengi bir akşam. yine sesler duyuyorum. ama tanıdık dost sesler değil asla. ''bugün hava güneşliydi, diyor biri, çocukları ormana götürdüm. dönüşte yağmur boyundan bir yığın papatya topladılar''. bu ince ses yan masada oturan orta yaşlı kadından gelebilir ancak, odasında gündüzleri dahi lambasını yakan. gün bu kentin insanları için başladığı gibi ölüsüz bitti. evlerine, aydınlık mutfaklarındaki yuvarlak masalarının başlarına döndüler arkalarında melek çizgileri. bahçe içindeki kerpiç tuğlaların arasında yaldızlı acılar.

işte böyle sevgilim, anlayacağın ilkyaz göğünün altında bu kentte de sürüp gidiyor yaşam. durgun gürültüsüz, bulanık bir suda iz bırakmadan kaybolan şamdanlar. aslında baktığım yok hiçbir yere. dediği gibi artaud'nun;

''yeniden gerçek dışıyla aydınlanan aşırı bir sarsıntı içinde bulmak kendini, varlığının bir köşesinde gerçek dünyanın parçalarını da taşıyarak.''

büyük çiçek evlerini adınla koruyorum.

(20.05.13 - güzelyalı/bursa)