(iki)

"kelimelerin dünyayı değiştirebileceğini öğrendiğimde daha çocuktum. dokuz yaşındayım."

michaelangelo'nun meşhur hz. musa heykelini görüp, michaelangelo'nun milliyetini öğrenmek için merakla ansiklopediye baktığımda, italyan olduğunu öğrendim. hz. musa yahudilerin peygamberiydi. michaelangelo'nun ve tabii italyanların yahudi olduğu çıkarımını yaptığımdan tam yirmi sene sonra bir kafede oturmuş bir kızı bekliyordum. kafede yunanca bir şarkı çalıyordu.

bilmediğin bir dilde şarkı dinlediğin zaman, o şarkı dönüyor dolaşıyor bir aşk şarkısı oluyor.

o şarkı beni alıp foça'ya götürdü. o zamanlar babam radyoyu açar yunanca şarkılar dinleyerek uyurdu. annem bahçede komşularla sohbet halindeyse eğer, arkadaşlarımla saklambaç oyunumuz yaban domuzları tarafından baltalananınca eve döner, komşu kadınların aralarından küstahça sıyrılıp yukarı çıkardım. babamın radyosunun sesini odamdan da duyabileceğim kadar daha da açar, yunanca şarkılarla ben de uyurdum. o zamanlar küçüktüm. bilmediğim dildeki şarkıların henüz aşk şarkılarına dönüşmediği yıllardı.

ben kafede oturmuş bunları düşünürken, anlaştığımız saatten biraz erken çıkageldi kız. ilk rastlaştığımız günden birkaç gün sonraydı. ben başkasına aşıktım, daha önceye hiç birşeye aşık olmadığım kadar. bu nedenle kulağıma yunanca şarkılardan başka, bir de aylardır devamlı olarak sürmekte olan tekmili birden güzel bir gülümseme geliyordu.

kulağıma gülümseme geliyordu - ve ben dünyayı silahların değil, kelimelerin değiştirebileceğine inanıyordum.

kız yerinde bir selamlamayla geldi, karşıma oturdu. dizlerini birbirine vurduğunu görmüyordum ama her nasılsa biliyordum. uzun uzadıya bir sipariş verdi. ben çayımı söylemiştim. hemen getirmişlerdi. o gelene kadar yarısını içmiştim. çaylar çabuk soğuyorlar. çaylarla ilgili sevmediğim tek şey bu.

"hiç düşündün mü?" diye sordu, ne olduğunu sormama fırsat vermeden devam etti, "beyaz kağıda siyah kalemle yazı yazarsın. siyah kağıda da illaki beyaz bir kalemle yazı yazman gerekir."

bunu daha önce hiç düşünmediğimi, düşünmek için de bir nedenim olmadığını söyledim.

ne demek istediğinin fazla üstünde durmadı. "sadece aklıma geldi işte"

bunun zaman zaman herkesin başına geldiğini söyledim.

"sen geldiğinde çalan yunanca bir şarkı vardı ya, işte onun bir aşk şarkısı olduğuna kalıbımı basabilirim. ben de bunu düşünüyordum."

"yunanca biliyor musun?"

"hayır ama her nedense biliyormuşum gibi geliyor" diye cevapladım.

bunun zaman zaman herkesin başına geldiğini söyledi.

insanlara tahammülü kalmadığından ötürü duyduğu vicdan azabını biraz olsun azaltmak için insanlarla iyi geçinmeyi seçtiği her halinden belli olan bu kızda ilgi çekici bir başka bir özellik daha vardı. çevresine öyle bir enerji yayıyordu ki, sanki ona aklınız esen soruyu aklınıza estiği an sorabilirmişsiniz gibi geliyordu.

aynı enerjiyi ben de veriyor olmalıydım ki, çat diye bir kız arkadaşımın olup olmadığını sordu. saniye kaybetmeden bir kız arkadaşım olduğunu, ona çok aşık olduğumu, devamlı surette gülümsemesini duyduğumu söyledim.

"seninle buluşmak istememin nedeni.." diye başladığım cümlemi bitirmeme fırsat vermeden, kendisine karşı sevmeye çok benzeyen bir his beslediği bir erkek arkadaşı olduğunu söyledi. ama gülümseme filan duyamadığından yakındı.

bunun pek fazla kişinin başına gelmediğini söyledim.

"aşk, bir insanın bu kadar insan içinde sadece bir tanesine daha fazla tahammül edebilmesidir." diyerek hızlı bir giriş yaptı.

çok haklı olduğunu ama benim durumumun biraz daha farklı olduğunu söyledim. "bence aşk duyuların birbirine girmesi, karışması, girift bir hal almasıdır. gülümseme duymak, koku görmek gibi işte." dedim. gülümsedi. girift kelimesini çok sevdiğini, kulağa çok hoş geldiğini söyledi. güzel ellerinin güzel parmaklarını iç içe geçirerek, "girift" diye tekrarladı.

"farsça sanırım."

"bu bence önemli değil. kelimelerin nereden geldiği önemli olmamalı. bir insandan geldiği kesin." dedi. "biliyor musun? kelimelerin dünyayı değiştirebileceğini öğrendiğimde daha çocuktum. dokuz yaşındaydım." diye devam edip, bu konuyla ilgili gerçekten de mükemmel bir anı anlattı. belki daha sonra ben de size anlatırım.

ben dokuz yaşındayken körfez savaşı baş gösterdi. irak, kuveyt'e saldırırken, ben hangi tarafın şehitlerinin cennete gideceğini düşünüyordum. ben çocukken dinler üzerine birşeyler okumaya bayılırdım. peygamberlerin hayatlarını okur dururdum. hz. musa'nın bir mısırlı'yı bir anlık öfkeyle tek yumrukta öldürüşü, hz. yunus'u bir balinanın yutması, hz. eyüb'ün bedenini saran irin dolu yaralar ve onu terketmeyen karısı.

"peki hiç aşkını kaybettiğin oldu mu?" diye sordu.

"ikisi de oldu" dedim.

"hangi ikisi?"

"bir kez yavaş yavaş kaybettim, bir kez de bir anda" diye cevapladım.

"bir anda kaybetmeni anlarım da, yavaş yavaş nasıl kaybediyorsun?" dedikten sonra çantasını karıştırmaya başladı. burnu yine aynı geçen akşamki gibi bir çiy gibi damlayacak oldu ki, aradığını buldu, masaya pat diye bir yirmi lira koydu. "al bunu" dedi. "yavaş yavaş kaybet bunu bakalım"

aşk için somut bir örneklendirme yapmanın imkansız olduğunu söyleyince, o da benle "gülümsemeleri duyduğunu iddia eden herife bak hele" diye dalga geçti.

"aşkı yavaş yavaş kaybedemezsin. bir bakmışsın ki yok. gitmiş. cebinden düşürdüğün yirmi lira gibi. hatırlamadığın bir yerde düşmüş. hiçbir şey yavaş yavaş kaybolmaz. bir şey yavaş yavaş ancak yok olur. şu antik şehirlerde yüz yıllar boyunca yavaş yavaş silinen yunanca yazılar gibi. şimdi sen aşkı kayıp mı ettin? yoksa yok mu oldu?"
"yok oldu." diyerek ne demek istediğini tam olarak anlamasam da haklılığını kabul ettim.

"o zaman geri dönüp aramak anlamsız. kaybettiğin şeyi geri dönüp ararsın. ama yok olan bir şeyi arama. çünkü artık yok."

söylediklerini birkaç ay sonra anlayacaktım.

"bu nedenle" dedi, "sana olan aşkını yavaş yavaş kaybettim diyen biri sana en basitinden yalan söylüyor demektir." diye tamamladı. yüzüne güzel birşeyler söylemenin hoşnutluğu oturdu.

"yalan söylerken acı çekseydik, midemize veya kafamıza dayanılmaz bir sancı girseydi filan dünya daha güzel bir yer olurdu." dedim.

bu cümleyle sonsuza dek huzur içinde yaşayabileceğini söyleyerek güzellik için de gülümsedikten sonra tuvalete gitmek için izin istedi. bu gülümseme ona ait hatırladığım son şey olacaktı.

bir müddet daha bekledim. geri gelmedi. hesabı istedim. hesap tam yirmi lira tutmuştu.
tümünü göster