(bir)

onu ilk gördüğümde bir sokak gitaristinin önünde duran gitar kılıfına para atmak üzere kaldırımın ortasında durmuş çantasını karıştırıyordu.

çok iyi hatırlıyorum. çünkü tüm bunları yaparken ben de onu izliyordum. aslında tam olarak izliyordum denemez. ben sadece onun burnunu izliyordum. çantasında bozukluklarını ararken kafası eğikti ve burnu da sanki ayazdan yeni dönmüş bir nisan sabahında bir yapraktan yere damlamak üzere olan bir çiy gibi gelmişti gözüme o an. bu yüzden çok iyi hatırlıyorum.

daha sonra parmaklarını izledim bir müddet. dünyanın en güzel on parmağının hepsinin aynı insanda bulunması ilk başta bana da inandırıcı gelmemişti. ama sonra sağ elinin parmaklarıyla bir miktar bozukluk aldı eline. sol elinin baş parmağı ile bozukluklarda uygun bir miktar arandı. sonra sanırım buldu makul bir miktarı. ama kaldırım biraz karanlıktı.

bu yüzden biraz daha ışığa doğru ilerledi. gözlerini kıstı. gözlerini anlatmıyorum. henüz o kadar iyi bir yazar değilim. ama şunu diyebilirim: gözleri için tek şey geçirdim aklımdan o an. tüm iyi niyetimle o gözlerin bir gün dünyanın en güzel şiirini okumasını diledim. onu gerçekten sevmiş birinin yazdığı birkaç mısra olsa da yeterdi. boylu poslu sarışın bir adam da yazabilirdi o şiiri; ya da tıknaz bir keltoşun teki. kekeme bir esmer genç veya elleri her zaman soğuk olan kravatlı bir banka veznedarı. belki de şiiri bir kadın yazmalıydı.

yani, birilerinin çıkıp o gözlerin okuması için dünyanın en güzel şiirini yazması gerekiyordu. ben yazamazdım. ben başkasını seviyordum. elimden hiçbir şey gelemezdi. ama o gözlerin bugüne kadar hiç güzel bir şiir okumadığına da dehşetli üzülüyordum
uygun bir miktarda bozuk parayı kılıfa asil bir şekilde, sanki gitarcıya borcu varmışçasına gülümseyerek bıraktıktan sonra yürümeye devam etti. yürümesine sanki sırtından çıkan iki ufak kanatçık yardım ediyordu. aslında yerden üç santim yukarıda uçuşması çok da uzun sürmedi. hemen birkaç adım sonraki kafeye girdi.

bunu yapmamam gerekiyordu ama peşinden ben de girdim. ona bir soru sormam gerekliydi. onu karşıdan görebileceğim bir yere oturdum. o garsona sipariş verirken ben o anda masanın altından dizlerini birbirine ne kadar da tatlı vurduğunu farkettim. dizleri aynı newton'un beşiğindeki metal toplar gibi, biri diğerine vuruyor, enerjisini ve momentini aktarıyordu. diğeri de geri dönüp gerisin geriye diğerine vuruyordu. yiğenim evimdeki newton beşiğinin iplerini birbirine karıştırıp bozduğundan beri momentin korunumunun bu kadar güzel bir şey olabileceğini unutmuştum.

o garsona sipariş verirken birşey daha dikkatimi çekmişti. kulağında kulaklıklar vardı. garsonla konuşmak için onları çıkardığında, 7-8 yaşındayken denizin dibinde gök kuşağı gibi gördüğüm ama asla dalıp da çıkarmaya nefesimin yetmediği, günlerce rüyama giren o iki tane deniz kabuğunu farkettim. kulakları poseion'u oturup düşündürecek kadar, bu denli yani, güzeldi.

dizlerini hala birbirine vuruyordu. çenesini iki avucunun içine almış, dirseklerini de masaya dayamış, kahvesini bekliyordu. o arada kafasından neler geçirdiğini hala merak ediyorum. çünkü eğer o an kafasından neler geçtiğini öğrenebilseydim dünya için enfes fikirlere sahip olurdum. o esnada mükemmel bir dünya hayal ediyor olmalıydı. daha önce başka kimsenin hayal edemediği bir dünya. güzel bir dünya hayal edebilmek de bir yetenektir. herkes yapamaz bunu. ama eminim, bu kız yapabiliyordu bunu. hem de o an, kahvesinin gelmesini beklerken üstelik.

tüm cesaretimi toplayıp yanına gittim. tüm cesaretimi toplamak zor olmamıştı. o kadar azdı ki, hemen toplayabiliyordum.

"merhaba. sana birşey sormam gerekiyor" dedim.
"elbette" diye yanıtladı. o ağızdan başka bir kelime çıkması mümkün değildi zaten.
"az önce, sokaktaki gitariste para verirken gördüm seni."
"evet" dedi. suratındaki merakı görmeliydiniz.
"kulağında kulaklık vardı ve müzik dinliyordun. gitaristi duymamana rağmen neden ona para verme ihtiyacı duydun" diye sordum

bu soruya şaşırmıştı. gülümsedi.

"inanmayacaksın ama" dedi, "dinlediğim şarkının aynısını, aynı yerinden söylediğini farkettim. bu kaç kere gelirki insanın başına?"
"öyle mi?" dedim. "başına mucizevi şeylerin gelmesi çok doğal" diyemedim.
"evet. çok mucizevi değil mi? bana da mucizevi geldi ve birden kendimi bozuk para için çantamı karıştırken buldum."
"çok güzel" dedim. diyecek fazla bir şeyim de yoktu zaten. "teşekkür ederim. bunu öğrenmek istemiştim. kusura bakma. rahatsız ettim."
"rica ederim."

sonra elimdeki kitabı farketmiş olacak ki, gözü kitapta kaldı biraz.

"salinger'ı sever misin?" diye sordu"
"evet. oldukça. sen?"
"ben aslında şiir severim ama işte, salinger'ı da herkes kadar severim yani. ne zaman salinger okusam içimden hep birşeyler yazmak gelir."
"benim de." diye kontrolsüz bir ses çıkarıverdim. artık insanlarla aramda ortak birşeyler bulduğumda bu kadar açıkça sevinmemeyi öğrenmeliydim.
"yazar mısın?" diye sordu
"kendimi bir yazar olarak düşünmeyi seviyorum" dedim. salinger'dan yaptığım bu alıntıyı anlamasını bekledim biraz. anlamışa benzemiyordu. sanırım söz konusu pasajı unutmuş olmalıydı.
"görüyorum." dedi. "sen de yazar tipi var. beni de yazacak mısın?"
"efendim?"
"beni de yazacak mısın? hani gitaristin aynı şarkıyı çalmasını filan."
"e tabi, elbette. mükemmel bir konu bu" dedim.

"çok merak ediyorum. hiç tanımadığın bir kız için birşeyler yazacaksın. kim bilir sevdiğin kız için neler yazmışsındır?" dedi.
tümünü göster