balkan sinemasının -eğer böyle bir şeyden bahsedebilirsek- ya da eski yugoslavya sinemasının, özellikle kusturica ile doruğa çıkan üç numarası var: yakın plan ve ifadeler, insanın içine işleyen müzik seçimi ve bu lanetlenmiş topraklarda kendiliğinden yetişen kara mizah. no man's land bu numaraların üçünü de kullanıyor, ancak burada yer yer fazlasıyla öne çıkarak bizi hikayenin akışından da koparma riski taşıyan oldukça yüklü metaforlarla dolu bir film karşısındayız.
metaforik anlatımların sinema için oldukça riskli oldukları, çoğu durumda bütün bir filmin büyüsünü yok edebildikleri bilinir. gerçekten de özellikle iş, bir savaş durumu, halklar ya da ideolojiler arasında bir çatışma veya sadece bir kavram ya da kuramın gösterilme çabası olduğunda metaforlar, o derece zorlama haller alabilirler ki burnumuzun ta dibine sokulan bu didaktizm karşısında filmden soğuruz. sadece bizim sinemamızın şu ya da bu yönden çekilen bazı filmleri değil, dev bütçeler ve iyi kadrolarla çekilen hollywood filmleri bile bu çabaya bir kere girdiklerinde geriye sözü edilebilecek bir film kalmaz genelde. soğuk savaş dönemi filmlerinin başat talihsizliği önemli ölçüde budur. ancak no man's land, özellikle diyaloglarına yansımış metaforlara rağmen bu durumdan sıyrılabiliyor. bunda en önemli pay, tarafgirlikten uzak bir film olması, savaşan taraflardan birinin yanında yer almak yerine basit biçimde - filmdeki ifade edilişiyle, "bu lanet olası" ("this fucking war")- savaşın karşısında yer alması. yönetmeninin kendi sözleri de duruma açıklık getiriyor:
"bu hikayedeki karakterler birbirine çok benziyor. basit insanlar. hepsi savaşın dişlilerine takılmış birer anti-kahraman. sınırın bir tarafındaki adam, kolaylıkla öbür yanında da yer alabilirdi. o zaman sadece ismi farklı olacaktı.
kendimi bosna savaşı'ndaki iğrençliklerin sorumluluğundan muaf tutmaya çalışmıyorum. böyle bir şeyi asla yapmam. çünkü bir tarafta kurbanlar, diğer tarafta ise suç işleyen insanlar var. bu filmin amacı ne suçlamak ne de yanlış yapanları sergilemek; amaç savaşın her türlüsüne karşı çıkmak ve sesimizi yükseltmek. bu, benim şiddetin her türüne baş kaldırış şeklim."
gerçekten de film boyunca bu tarafsızlık neredeyse hiç bozulmuyor, sadece söz konusu olan avrupalılar'ın ve un'in tavrı olduğunda yönetmen artık açıkça bir şeyler söylemeyi tercih ediyor ki burada da genel çıkarım taraflar üzerinden değil, insanlığın dünya hallerine karşı tutumu üzerine olduğu ölçüde rahatsızlık vermiyor. kestirme bir suçlama yok filmde. sırplar kötü mü? eh bazı sırplar kötüdür, ama hepsi için bunu söyleyemeyiz. boşnaklar kötü mü? biz film boyunca kötü boşnak görmedik, ama biraz şaşkın ve akılsızlar. avrupalılar kötü mü? nazım'ın deyişiyle, "ingiliz'in hepsi değil domuzu" var, ama onlara da kötü diyemeyiz. hatta oldukça vicdanlıları var, yalnız onlar da genel duyarsızlık ve kurumlaşmış yaralı parmağa işememe tavrı karşısında giderek çaresiz kalıyorlar. daha ileri gidip soralım, savaş kötü mü? iyi bir şey gibi göründüğü söylenemez herhalde ve ama film bu soruyu da mayın üstünde kendi haline bırakılan, kaderine razı olması dışında yapabilecek hiçbir şeyi olmayan çera'nın çaresizliği ile yanıtlıyor biraz da: "savaş bu!"

film öyküsü ve kurgu

savaş sırasında bir gece devriyesine çıkmış bir grup bosnalı asker ve rehberleri iki hat arasında kaybolurlar. sabaha karşı sırp hattından açılan ateşte çoğu ölür ve bir tank mermisi ile iki tanesi arada kalmış, kimseye ait olmayan siperlere düşerler. buraya göreve gönderilen biri son derece acemi iki sırp milis ise öldüğünü sandıkları çera'nın altına bir mayın yerleştirirler, bir süre sonra varlığını fark ettikleri ciki ateş açar ve birini öldürür. geriye kalan acemi er nino yaralıdır, bu arada çera da uyanır. ikisi yaralı, biri mayın yüzünden kıpırdayamayan bu üç milis şimdi kimseye ait olmayan ve un'in araya girmesiyle bir süreliğine tarafsız hale gelen bu saçma sapan yerde kalakalırlar.
diğer tarafta ise bölgede ne yaptıklarını, ne yapmaları gerektiğini kendileri de bilmeyen un birlikleri ve onların peşine takılmış, ama yönlendirme içgüdülerini de kaybetmemiş gazeteciler vardır. onların durumunu çavuş marchand ile gazeteci arasında geçen diyalog şöyle özetler:
"tarafsız değil misin?"
"cinayetleri gördüğün zaman tarafsız kalamazsın."
"bir şey yapmamak tarafsızlık değildir."
"harika. bunu kameraya söyler misin?"
"kızgın olabilirim ama aptal değilim."
bu arada siperde kalanlar arasında da bekleyiş ve can sıkıntısı hakimdir. başta aralarında bulunan düşmanlık havası bu bekleyiş sırasında sürekli gider gelir. ara ara gerçekten seyirciyi umutlandıran bir dostluğun ortaya çıkışına dair ipuçları görülür. çünkü her ikisi de insandır ve üniformalarının dışında insani ilişki kurma olanaklarına sahiptirler. ancak savaşın ağırlığı bunun gerçekleşmesine olanak vermez ve gerilim git gide tırmanır. finalde ise hepsini yok eden bir nefrete dönüşmüştür.

***
filmin açılış sahnesi, bize filmi nasıl bir gözle izlememiz gerektiğini, gözümüze sokmadan veriyor. puslu bir karanlık içinde bir grup asker, orada olmak istemiyorlar, birçok savaş filminin aksine birbirleriyle kurdukları ilişki 'kardeşçe' değil, hepsi diğerlerinden ve kendi durumundan sıkılmış halde, sigara içmek istiyorlar, basit adamlar, basit diyaloglar ve puslu bir karanlık. bu durum savaş filmi beklentisi içindeki seyirciyi bir gerilim haline soksa da orada çok uzun tutmuyor. ilk olarak bu adamların hangi taraftan olduklarını kesinlikle bilmiyoruz, ikincisi bir savaş istekliliğiyle yanıp tutuşmamaları sayesinde savaşa ilgimizi kaybediyoruz ve üçüncüsü film boyunca karşılaşacağımız metaforların ilki geliyor, kaybolmuşluk.
bu metaforlardan birkaç örnek daha verelim. çera'nın altına mayın yerleştirirken, üstüne basa basa söylenen, "made in eu." ve hemen ardından gelen "biraz eğlenelim." ifadeleri savaşan taraflardan çok savaşın başrol oyuncusunun avrupa olduğunu vurguluyor. aynı şekilde film boyunca çok sık tekrarlanan bir dil sorunu var, bölgeye görevli gelmiş un birlikleri kendi aralarında iletişim kurmakta bile zorlanırlar ve sürekli kendi ulusal dillerine dönmeye çalışırlarken bölgedeki dili bilen bir tane bile un görevlisi bulunmamaktadır. avrupalılar ne sırplarla, ne de boşnaklarla doğru düzgün iletişim kuramazlar, ancak sırplar ve boşnaklar aynı dili, aynı rahatlık ve doğallıkla paylaşmaktadırlar. yani boşnak sağının bugün bile her fırsatta müdahalesizlikle suçladığı avrupalılar'a bu sefer başka bir soru sorulur: "burada ne işiniz var?" üstelik mayının yapım yeri vurgusuyla anlatıldığı gibi savaşın müsebbibi bu avrupalılarken, dilini ve davranış biçimlerini bile bilmedikleri bir bölgede, tarafsızlık yeminlerini bozmadan ne yapmaktadırlar? bir başka metafor buna açıklık getirir, un'in üst kademesi için orada olmak genç ve güzel bir sekreter ile flört etmektir. albay soft, savaşın ruh halinden son derece uzak ve ferah bir odada, güzel sekreteri ile 'hoşça' vakit geçirirken durumu özetler: "bence genel kurul tarafsız bölgedeki iki kişi için toplantı yapmaz."
peki savaşı kim başlatmıştır, vahşetin sorumlusu kimdir, hangi taraf iyi, hangi taraf kötüdür? bu soruların bir cevabı olmadığını ya da cevaplarının silahlar sahnedeyken sarih olmadığını ciki ve nino arasındaki sahnelerden anlıyoruz. karşılıklı suçlamalarla geçen diyalog silahı elinde tutanın haklılığının tescil edilmesiyle sonuçlanıyor. bu diyalog iki kere yaşanıyor, sadece taraflar değişiyor. aynı şekilde iki kere yaşanan bir başka diyalog daha var, ciki ve nino, birer kez, "seni bunun için öldüreceğim." diyorlar ki bu hem söz konusu savaşın motivlerini ele veren, hem de finali belirleyen ifade. bu durumda elimizde ne var, birbirini savaş çıkarmakla suçlayan iki taraf, bu tartışmayı silahların yardımıyla sürdürür ve savaş bir kere başladıktan sonra iki taraf da tartışmayı unutup intikam yemini ederler. üstelik üniformalarını çıkarıp yarı çıplak yardım çağırırken artık hiçbiri bir tarafa mensup olmayan kişilerdir savaşı sürdürenler. işte belki de eski yugoslavya'dan geriye ne kaldığının sinema diliyle - üstelik olay örgüsünün içine başarılı biçimde yerleştirildiği için didaktik de olmayan bir şekilde - ifade edilişidir bu konuşmalar.
tüm bu metaforların içinde, belki de filmin merkezine yerleşen bir başka gönderge var. film boyunca, kişisel olarak ben, sürekli godot'yu beklerken atmosferini hissettim. gerçekten de hiçbir yerin ortasındaki hiçbir yerde, birbirleriyle ilişkileri değişken ve ne yaptıklarından kendilerinin de başkasının da haberi olmayan iki adam, didi ve gogo'nun ızdırabın ve eylemsizlikle şekillenen ahmaklığın bir yeniden canlandırmasını oynar gibiler. tıpkı açılışta olduğu gibi, orada olmak istemiyorlar, başka bir yerde olabileceklerine dair de bir beklenti oluşturamıyorlar, tıpkı finalde olduğu gibi, kimse orada olmak istemiyor, gazeteciler, un askerleri, hatta cesetler bile, sadece sonsuz bekleyiş için sabrın ve çaresizliğin sembolü olarak çera geride bırakılıyor. ancak bu eylemsizlik ve bekleyiş didi ve gogo için kısa sürede düşmanlığa, nefrete ve gerilime dönüşüyor, onlar bekleyenler arasından çıkıyorlar.
şimdi filmin en başta belirttiğimiz üç numarasına bakalım ve bitirelim.

yakın planlar

başlarken bu tarz çekimlerin filmin ağırlığını oluşturmasının yakın dönem balkan sinemasının alamet-i farikası haline geldiğini söyledik. ancak bir ek yapmak gerekiyor, bütün bir balkan sineması değil, özellikle eski yugoslavya topraklarından çıkan ve genelde yine aynı toprakları anlatan sinemanın özelliğidir bu. yoksa örneğin balkan sinemasının en büyük ismi theo angelopoulos, tam tarsine geniş açıları tercih eder. öyleyse kusturica'da sürekli gördüğümüz, before the rain'de deneyimlediğimiz ve son olarak no man's land'in teknik açıdan merkezini oluşturan bu yakın plan çekme alışkanlığı nereden geliyor?
yakın planlarla ilgili farklı teoriler mevcut. ancak biz bunların içinden deleuze'ün de tercih ettiği tezi seçeceğiz. buna göre yakın plan, karakterin öznelliğini vurgulayan bir rol oynar, hatta bin yayla'da deleuze ve guattari'nin iddia ettiği gibi, sadece karakterler değil ama nesneler de bu teknikle öznelleştirilirler, hatta "sıradan bir nesne bile yüzleştirilir."
öyleyse burada da yakın planın yönetmen için sırf bir geleneği takip etmek değil, ama tam da filmi üzerine kurduğu temele sadık kalmak yüzünden ortaya çıkmış bir tercih olduğunu söyleyebiliriz. daha ilk sahneden başlayarak son ana kadar yapılmaya çalışılan karakterleri, savaşın tarafları olarak kümelemek yerine, onları ayrı birer insan olarak, ayrı özneler olarak gösterme işinin önemli bir parçası bu yakın planlar. tıpkı bu anlamsız savaşı yaşayan ve çeken diğer yugoslavyalı yönetmenler de olduğu gibi. fakat burada bu işin üzerine o derece düşülmüş ki sadece ana karakterlerde değil, ama örneğin mayın imha uzmanında da aynı yapı oluşturulmuş. mayın imha uzmanı, artık sadece bir imge veya hikayeyi destekleyen bir tip değil, ama bizzat bir birey olarak yer alır perdede; işi mayınlarla uğraşmak olan ve her yere saatinde yetişen adamdan bir fazlasıdır artık, burnundan ter damlayan öznedir. bu diyaloglar ve akışla da desteklenir, diğer karakterler mayın imha uzmanı olmanın zorluğundan bahsederler, hata yapma olasılığı üzerine konuşurlar ve onun perdede herhangi bir rolden fazlası olmasını sağlarlar. aynı durum çavuş, jane, hatta toplansa filmde bir dakika bile görünmeyen iki tarafın yetkili subayları için de geçerlidir.
uzun zaman aynı ülkede ve anlatılana göre ayrımsız yaşayan insanların bir sabah kalktıklarında kendilerini savaş içinde bulmaları ve bu kabusu aktif biçimde yıllarca sürdürdükten sonra dönüp kendilerini ve ne olduğunu anlamaya çalıştıkları bir yerde, yönetmenlerin bu tarzı genel olarak insanların ruh halini de yansıtır. hangi ara kamplara bölünmüştür bu halklar, hangi ara biz-siz-onlar ayrımları içinde bu derece kaybolmuşlardır, hangi ara örneğin bir komşularını ya da lisedeki güzel kızı ismiyle değil de milliyeti ile anmaya başlamışlardır? balkan ülkelerinin tümünün dinmeyen acısı saklıdır burada, necati cumalı'nın makedonya 1900 romanında vardır bu vurgu, bütün göçmen ailelerinde anlatılan hikayelerin yalın halidir, kimse o zamana kadar birbirine sırp, boşnak, bulgar, arnavut diye bakmamıştır. ilk o zaman ise muhtemelen berlin konferansı ve bölgelerin nüfus yoğunluğuna göre pay edilmesi kararıdır. balkanlar da bu o zamanlar bir türlü tükenmediği için sanatın insanlara önerebileceği ve kendisinde örnekleyebileceği tek şey, birbirlerine yeniden kimliklerden muaf bakmalarıdır.

kara mizah güldürür mü?

dikkatli film izleyicilerinin çoğu mizah unsurundan pek hoşlanmaz, bunu bayağı bulurlar ve özellikle de savaş filmlerinde mizah unsurunun bulunmasını pek uygun bulmadıklarını dile getirirler. böyle bir genelleme yersiz olabileceği gibi haklı da olabilir. çoğu zaman mizah ve aynı işlevi taşımak üzere teknik ayrıntılar savaşla birlikte ortaya döküldüklerinde savaşın insan üzerindeki etkisinin algılanmasını bozan ve yumuşatan bir rol oynayabilirler. life is beatiful, bunun kanıtıdır da bir yanıyla. ancak kusturica sinemasının da temel kahramanı olan bu tuhaf mizah, kendi içinde pişmiş bir kara mizahtır, pek güldürmeye yönelik olduğu da söylenemez, hiç değilse bu yönelimi başaramadığı açıktır. burada bir kez daha bir okul ve gelenekten ziyade, mevcut yapının durumu öne çıkıyor aslında. yaşanan şeylerin, özellikle de savaşın kendisi o kadar saçmadır ki bu anlamsız mizahı doğrudan yetiştirmektedir. o nedenle no man's land'de de filmin hikayesine sonradan monte edilmiş güldürü unsurları değil, orada yaşanan saçmalığın yönetmenin zorlamasından bağımsız olarak kendini dışa vuran hali söz konusudur. ne nino'nun silah tutmayı bile bilmemesi, ne ruanda'daki durumu konuşan askerler, ne çera'nın tuvalet sorunu, ne un için kullanılan 'şirinler' (the smurfs) ifadesi basit bir gülmeyi koşullamaz, aksine seyircinin içine oturan bir acı hissi oluştururlar. böylece artık bu unsurların her biri bir soru haline gelir, hatta filmin adı bile; no man's land, başta ifade ettiğinden bir fazlası olarak gerçekten kimseye ait olmayan bir alandır. bu savaşın ne sorumlusu, ne kazananı, ne hakemi kimse değildir artık, taraflar da kendi rollerini sahiplenemeyecek durumdadırlar.

uspavanka

balkanlar'da müzik her şey değildir, ama çok şeydir. bunun bir nedeni kültürel zenginlik olabilir ve belki diğer bir neden de çingene yoğunluğudur. sinemasında da bu etkiler ciddi biçimde görülür. bu sefer sadece yugoslavya sineması değil, tüm balkan sinemasından bahsedebiliriz. üstelik henüz ikinci ergenliğini aşamamış türkiye sineması gibi klipler halinde kullanılan ve film çekmeyi becerememiş başarısız yönetmenleri kurtaran bir formül olarak değil, ama filmin içine işleyen bir dokuyla kullanılırlar. no man's land'in soundtrackinin sadece dört parçadan oluşuyor olması bu verilerle birlikte ele alındığında biraz tuhaf görünüyor. yoğun temposu içinde çok fazla gidiş gelişe de sahip, dolayısıyla müzik kullanımının önünü açan bir filmde neden bu çok sınırlı tutulmuştur? üstelik yönetmenin aynı zamanda müzikle de uğraştığını, hatta filmin parçalarından birini onun bestelediğini biliyoruz. öyleyse bu tercih niyedir ve buna rağmen filmin müzikleri nasıl bu derece başarılı gösterilebilir?
filmde üç parça halinde söylenen bir parça, bu soruların da cevabını veriyor. girişte, siperde ve finalde bu şarkı var, aslında bir ninni. ve hem sözleri, hem de söylenişi o derece güçlü ki kalabalık bir soundtrack albümünde kaybolmayı hak etmiyor. ninninin kendisi bütün filmin zeminini de veriyor.
"mmmmm mmmm mmm...
mmmmm mmmm mmm...

there there son, sleep son
the sleep has overtaken you
your bed, your little bed
was carved out at sea

ones are carving, ones are carving
others are goldplating
the third are carrying, the third are carrying
the golden apple

your mother is in pain, your mother is in pain
became a widow
your mother is in pain, your mother is in pain
became a widow

mmmmm mmmm mmm...
mmmmm mmmm mmm..."