"karacaoğlan kürkünü çıkarıp üzerlerine örttü, ve hızla uzaklaşarak, düğün evine geri döndü..."
gökyüzü kıpırtısızdı. kentin, bol elektrik sarfiyatına yol açan bol ışıltılı lambaları, camın öte yanından akıp gidiyor, vagonların çelik konstrüksiyonlarından gıcırtılar çıkıyor, bir sonraki durakta inecek olmanın telaşına kapılan onlarca insan, basınçlı kapılara doğru ilerliyordu.
bu demir yığınının içerisindeki uğultular, bir uzak doğu işkencesi kadar etkili olabilirdi.
kapılar hava boşalma sesiyle açıldı, gecenin soğuğu vagonun içine doluşurken; tersine bir akımla insanlar, adımlarını birer birer ama hızlıca, vücuda nüfuz eden mikroorganizma tanecikleri gibi, şehrin tabelalarının gösterip göstermediği tüm yönlerine doğru dağıldılar.
banliyö trenleri böyledir, şehrin bilinmedik sokaklarının hepsine açılır kapıları... insana benzerler, bir daha ve bir daha, vazgeçmeksizin kapıları birbirine benzeyen tüm yüzlere açılır...
"bu defteri, sen gitsen bile dolduracağım..." dediğin birkaç konuşmamızda, uzun uzun yazmıştım. belki bir oruç auroba özentisi olduğum aşikardır ama, her yazıcı böyledir, acı çekmek için, bir miktar edebiyat bilgisi yeterlidir.
insan bir tren gibi değildir, unutmaz; dahası, unutmamak için yazar...
insanoğlunun bir trenden farkı, bütün hatıralarını demiryolu işletmelerinin tamirhanelerinde çeşitli dönemlerde sildirememesidir.
ve hiçbir tren, her gün, aralıksız üzerinden geçtiği raylarda yaşadıklarını zaten hatırlamaz.
gökyüzü kıpırtısız, lambalar ışıltılı, gıcırtılar yerinde, insanlar telaşlıdır her saat mutlaka...
ancak trenin dışındaki dünya, bir tren gibi dingin değildir. mevsimler değişir, raylar değişir, koltuk kılıfları değişir, camın öte yanında kalan şehirlerin rengi değişir, defterler silinir; şehrin öteki sokaklarının, başka semtlerin çöplüklerinde kaybolur...
acı çekmek için, birkaç afilli anı yeterlidir.
kapılar hava boşalma sesiyle açıldı, gecenin soğuğu vagonun içine doluşurken; tersine bir akımla insanlar, adımlarını birer birer ama hızlıca, vücuda nüfuz eden mikroorganizma tanecikleri gibi, şehrin tabelalarının gösterip göstermediği tüm yönlerine doğru dağıldılar.
şimdi ben, artık yazamadığım için; artık sen, sen olmadığın için; ve içimdeki çocuğun enteresan şekilde bıngıldağının kapanmayışı düşüncesi zihnimi kemirirken; şehrin bütün meydanlarına, heykellerini diktirme ihtimalime karşın, bu kentten gitmeyi istiyorum.
ve şimdi ben; o gün ellerinle göğsümün orta yerine açtığın boşluğa, sana benzeyen herşeyi dolduruyorum...