"biz, koşu bittikten sonra da koşan atlarız..."
sezai karakoç
dedem, naif bir adamdı, garip bir çiftçi...
eşek önde, dedem arkada, inek daha arkada, nenem en arkada; her gün epeyce uzak, dedemin özene bezene kurduğu, sonra babamın bir şekilde kuruttuğu kayısı bahçesine, bıkmadan, usanmadan nenemi de sürükleyerek gidiyor; ve her akşamüstü, mesai sonuna denk gelmiş gibi, hiç şaşmadan, aynı saatte geri dönüyordu...
yıllarca at arabasıyla postacılık yapmış, başka şehirlerde çalışmış, her işi batırmış, ama yine de her işten kazandığıyla da altı çocuk bakmış, tipik bir anadolu köylüsüydü dedem...
atları varmış dedemin... yani at almış, at satmış işte... her yazbaşı aldığı atları birkaç ay sonra satıyor, kar ettiği paralarla, öğretmen okuluna gönderdiği, ki sonradan gerçekten öğretmen olacak oğluna yolluyormuş, yani babama...
ama gitgide kötülemiş her şey, bir sanayi devrimi gerçekleşmese bile; artık atlar posta ulaşımı için çok yavaş kalıyor, atlar ölüyor, dedem susuyormuş...
her giden at, sadece ölmesin diye gitmiş artık... atlar yaşlanmış dedemle birlikte...
sonra son atı bir gün, uzak bir köyün, uzak bir dağında bırakmış... yularını ıssızlığa savurmuş... sonra bir yılkı gibi koşmuş at... gözden kaybolmuş...
işte yaşam dediğimiz bu bilindik döngü; dedemin zaten hiç yolunda gitmeyen, gitmemiş işleri gibiydi. zaman; bir rüzgarın, sürtünme kuvvetine güvenip, mukavemet olayını takmaksızın, tüm durum ve şartları bir çırpıda silip süpürmesini öngörüyordu...
dedem, naif bir adamdı, garip bir çiftçi...
sonra işte yine; eşek önde, dedem arkada, inek daha arkada, nenem en arkada...
bir gün; kendim, kendi atımın heybesine baktığımda, içindekilerin çürük koktuğunu anladım... her şey zamanla değişiyor, yaz sonları geliyor, atlar gidiyor, ve ben susuyordum... o iyi insanları bilemem ama; bizim evin iyi atları gitti...
fakat yine de şunu biliyordum ki; dünya da bir yerlerde mukavemet diye bir şey vardı... ve einstein kati suretle yalan söylüyor olamazdı... bunu geçen yıl, dedemin on dört yıl önce, yani o öldükten sonra hiç görmediğim evinin, örümcek ağlı, bol küflü evinin kapısını gıcırdatarak girdiğimde kanıtladım... at yoktu, dedem yoktu ama; eşyaları oradaydı... atın zinciri, dedemin feneri... tozluydu, ama her giden bir parçasını geride bırakıyordu işte... bu kesindi... ben anladım, o gün anladım...
sonra bir gün, yumruğumu sıktım ve dedim ki;
"atlar bir gün geri dönecek, üzerindekiler dahil değil."