bi kere en önemlisi sokaklar. o zamanlar sokak dediğimiz şeyler kocaman beton binalardan oluşmuyordu. diğerlerini bilmem, ama benim büyüdüğüm şehirde -ki büyük şehirlerden biriydi- hemen her sokakta o eski ve kocaman ahşap evler, mis kokulu bahçeleri, bizi o yaşlarda alıştırıp meyve çalmayı hırsızlık kapsamından sonsuza dek çıkaran kocaman meyve ağaçları vardı. çok küçükken, belki yemek yapılır diye toplayıp eve getirdiğimiz ve annemize beğendirmeye çalıştığımız çeşitli yeşillikler, her seferinde saçmalamamamız istenilerek sokağa atılsa da, yeşil sokaklarda büyümüş olmanın ayrıcalığını her zaman bildik.

o keskin narenciye kokusunu, bir de erik ağaçlarını hatırlıyorum en çok. ulan bahar gelince olur da bizden önce keşfedenler olur diye birkaç günde bir nasıl da yoklardım o ağaçları. hani bi bekle, bi olsunlar ki sen de doyasın, yok. daha dişinizin kovuğunu dolduracak kadar büyümeden canlarına okurdum. mesele yemek değil, tadına varmak hiç değil. bütün mesele diğer çocuklar benden önce bitirirler korkusu. bi keresinde, sadece bi keresinde bahar gelmiş, hatta o çiçekler çoktan dökülmüş olduğunda bile ben erikleri unutmuştum da, aklıma gelinceye kadar eşşek kadar olmuşlardı. diğerleri de bunu gözden kaçırmışlar iyi mi? eriğe doyduğum tek yaz o yazdı.

gelelim o baharda beni erikleri hatırlayamayacak kadar meşgul eden şeye. atari diye bir şey çıkmış. (benim milleti yenip soğana çevirdiğim tasolarla misketlerin modası da geçmiş bununla birlikte tabi. artık kardeşlerim çalmasınlar diye yastığımın altına koyup uyumak zorunda kalmayacak, ulan gene eksilmiş diye ortalığı yakıp yıkmayacakmışım, gerek kalmamış. kimse meraklısı değilmiş artık onların.) almış başını gidiyor bu yeni eğlence. hatta salonları açılıyor her gün bir tane daha. böyle jetonu atıyormuşsun, ölene kadar oynuyormuşsun sonra. şaşkınlığımı görünce, "sen ölene kadar değil, oyundaki sen ölene kadar." diye açıklama yapma gereği duymuştu abim. allahtan duymuştu yani. yoksa ali amca'yla ilk günden kavga edip salona bir daha alınmamam kimseyi şaşırtmamalı. ali amca bizim eve en yakın atari salonunun sahibi. abim ısrarlarıma direndi ama benim gittiği yeri öğrenip de oraya abone olmam fazla uzun sürmedi. başlarda çok iyi olduğum söylenemez, oyunlardan birini zevk alacak seviyede öğreninceye kadar ali amca'ya bir servet kazandırmam gerekti. bunun için yapılabilecekler;

1- beslenme parasıyla yiyecek bir şey almayıp öğlene kadar aç beklemek,
2- anneye zırt pırt canım şunu nasıl istedi var ya, bozuk paran var mı noolur annee şeklindeki numaraları yutturmada ustalaşmak,
3- para üstünü belki soran olmaz diye sık sık bakkaldan bişi lazım mı diye sormak ve bunu sorarken şüphe uyandırmamaya olağanüstü dikkat etmek, değme oyunculara taş çıkarmak,
4- ve elbette en önemlisi; sık sık evden kaybolmak için iyi ve inandırıcı bahaneler üretmek.

rahat zamanlar çok sürmedi elbette. bütün haber programlarında bas bas bağırıyor millet, atari salonlarına dikkat, uyuşturucu mu istersin, taciz mi, çocuk kaçırma mı... alışkanlığımızın ilk farkedildiği ve bedelini ödediğimiz gün bu uyarıları dinlerken, elbette "anne ali amcanın yeri öyle bi yer değil, tanısan sen de seversin, inanmazsan bi kere birlikte gidelim." şeklindeki düşüncelerimizi kendimize sakladık. abim neyse de hele ki ben, orada olmamı hiçbir sebeple normal bulduracak durumda değildim. her ne kadar gittiğim salondan başkasına uğramayacak kadar dikkatli davranıyor olsam da, her şey baştan sona gene de ofsayt. bi kere atari salonlarında hiç kız çocuğu olmuyor. onu da geçtim, kimse yaşıtım bile değil, koca koca abilerle yetenek yarıştırıyorum her gün, her firarda. seviyolar beni ha. ben kazanınca kaybeden olmalarına rağmen seviniyorlar, bazen birkaç jeton hediye eden bile oluyor. neyse bu güzel günler gittikçe yerini endişeden zevk bile alınamayan oyunlara bıraktı. annem değil bana bir şey alayım diye para vermek, okul harçlığı bile vermemek için her şeyi kendi elleriyle hazırlıyor. koşa koşa gittiğim bakkaldan annem bu sefer numarayı yedi diye ışıl ışıl dönerken, bi bakıyorum para üstü sayılıp kuruşu kuruşuna teslim alındı. ertesi günü iple çekiyorum. arada bir piyango vuruyor da ben jeton almanın bir yolunu buluyorsam da, bu kez annem beni ortalıkta bulamadığı her an atari salonuna koşup canıma okuyor. "abi sen şu kapıya doğru dursana oynamıyosan." diye yalvarıyorum millete, belki annem kapıdan bakar, içeri girmez, beni de herifin arkasında göremez diye. gözüm bi kapıda bi oyunda, oyunumdan da bişi anlamıyorum ne çileyse bu. boyum zar zor yetişiyor zaten düğmelere. ben o şevkle parmaklarımı heba ederken, bi bakıyorum kulağıma bi el yapıştı.*(*swh) söylene söylene sürüklüyo annem eve kadar. çoğu zaman, bir sonraki firara kalıyor cebimdeki jetonlar. bazen de "ulan daha yeni atmıştım jetonu da bee!" diye kahrolmalar, ya da annenin kalan jetonu bulup cehenneme gönderdiği anlarda yıkılmalar yaşanıyor.

velhasıl, uzunca bir zaman bunlarla geçmişti. ben bazen ceza, bazen tokat, kaça yakalana işleri ilerlettim. snow bros tabi. oyun dediğin oydu. ne zaman ki ben 15-20 dakkada oyun bitirebilmek bir yana, madem para verdim neden uzattıkça uzatmıyorum diye balkabağı çıkarıp hayaletlerden kaçmaya, tek jetonla bi saat oyalanmaya başladım, ali amca yasaklayıverdi oyunu bana. street fighter'a kaydık mecburen. birkaç hafta da onla oyalandık ama, şimdi bile biliyoruz; hiçbir şey o çocukluğa, onlu levellardaki bölüm sonu canavarı ölüp de gözden kayboluncaya dek puan için iki parmakla seri saydırmak kadar keyif veremezdi, vermedi.