meşe ağaçlarının ortasından geçiyordu patika. ve toza bulanıyordu ayak izleri. bir zincir sesi tıkırdıyor, nereye gideceğini bilmeyen bir geceye açıyordu kollarını tepelerin en uçları.

biliyorsun, en çok karanlık korkutur çocukları.

zinciri çekiştiriyordu. soluğunu içinde tutuyor, arkasına bakmıyordu. bir hıçkırık içinde boğuluyor, sonra susuyordu. tepeler kararıyor, tenine değen rüzgar soğuyordu. ağaçların dalları hışırdıyor, sonra duruyordu.

ben çocuk değilim, kalbimize nasır bağladılar.

çalının dibine eğildi. keklikler havalandı. akşam güneşinin dağların silüetine vuran kızıllığına karışıp kayboldular. bir küfür savurdu. zincirini sıkıca tuttuğu katıra döndü.

her tım hero, estor tım estoro.*

topukları yırtılmıştı. havanın karartısında görünmese de, her geçtiği yere kan bulaşıyor, ayaklarının altı tozun grisi ve kanın kırmızılığına bürünüyordu.

sonra biz yürüdük, sadece yürüdük, yön yol yel bilmeden.

sonra kızkardeşi geldi aklına. sevayir. sarı saçları vardı. güneş vurunca kıstığı gözlerinin ela rengi parıldıyordu gözlerinin önünde. bir keklik gibi havalandı içinden düşler.

bir ağıt yankılandı dağların çeperlerinden. zincir şangırdıyor, yere düşüyor, yerden alıyor, katırı çekiştiriyordu. bir çayın öte yakasına çekiştirerek geçti. yalpalayan katır su içmeye durdu.

kardeşim bir keklik gibiydi, uçtu şimdi, gökyüzüne karışıp.

katırı çekiştirerek yukarıdaki ağaçların dibine soktu. kafasını ellerinin arasında sıkıştırırken zinciri bırakmıyordu. halen tükenen gün ışığına rağmen bastığı yerleri görebiliyordu. katırı iyice çekiştirdi. gökyüzünün yırtılışı gibi sesler boğdu sessizliği.

oysa biz sadece kuşların uçtuğunu bilirdik.

ayağa kalktı. katırı çekiştirdi. yüksek bir kayalık bulup üzerine bindi. katır yavaşça ilerledi. huysuzlaşıyor, hırıldıyor, ama yürümeye devam ediyordu. şimdi gökyüzü yine susmuş, kargaların bağırtısı ve ağaç dallarından başka ses kalmamıştı.

vadiyi terk etti şimdi kuşlar, şimdi gökyüzü eskisinden de uzak.

bu boğazın iki yanında uçsuz bucaksız tepeler uzanır. ağaçların dalları birbirine bir zincir gibi uzanır. derler ki, bu ağaçların yeşili soluktur. acı görüp solar, ama durur yine ayakta. ve göğe uzanır, birer birer, biner biner...

aşağıda akan derenin suyunun çağlayışı duyulur sadece. derler ki, suya ses etmez dünya...

babamı, kardeşimi kardeşime bağladılar. su geçecek boğazından geçirdiler zinciri.

arkasına bakmıyor, arada bir başını kaldırıp gökyüzünü süzüyor, yürüyor, içindeki yangını susturuyor, gözyaşı dökmüyordu.

on üç yaşındaydı henüz. hüseyin. altı kardeşin en küçüklerinden.

yürüyordu. zihninde bombalar yankılanıyor, ardında bıraktığı bir dağ yangını sürüp gidiyordu.

biz bir tek bizim köyün ağaçlarını biliyorduk, yalnızdılar.

derler ki, bu boğaz soğuk olur geceleri. kayalıklara bürünür her yanı. ve en çok dayanacak bir duvar ararsın bu taşların arasından. işte ondandır ağaçların kayalıklara yaslanması.

arkasına döndü. tüm gün yürüdüğü bunca yola bir de yukarıdan baktı.

birbirine sarılmış dağlar yanıyor, rengi tükeniyor, alevlere bulanıyordu. dumanlar havaya yükselirken, bulunduğu yerden gökyüzünün son maviliği siyahların arasında yitip gidiyordu.

babamı, amcamı, ağabeyimi götürdüler. kardeşim çok küçüktü. öksüz. öksüzdür o anlıyor musun?

bu nehrin kenarında yüzyıllardan bu yana ezgiler dillendiği anlatılır. bir başkadır suların şahlanışı. ilmek ilmek işlenmiştir bir bebeğe yakılan ağıt.

dünya'nın orta yerinde, her şeyden habersiz bir ağıt yükselir göğe.

biz bir tek kuşların sesi var bilirdik, gökyüzünü avazlara buladılar.

derler ki, günlerce kan karışmıştır sulara. ve derler ki, sular kendinden utanıp durmuştur.

hangi su temizler, bunca kanlı elleri?

hüseyin ormanın arasında kayboldu. uzakta belli belirsiz seçebildiği birkaç ışığa ilerlemeye çalışıyor, çalılıkların arasında yönünü kaybediyor, sonra yeniden ilerliyordu.

uzaktaki köyde yakılan bir ateş olmalıydı. ulaşabilirse bu gece orada konaklayabilirdi. başka çaresi yoktu.

biz pepuk kuşunu yoldaş bilirdik, biz gökyüzünü eş bilirdik.

sonra yine bir gümbürtü koptu. gökyüzü yırtıldı. eğildi. çalılıkların arasına girdi. katırı çekiştiremeden saklandı. katır irkildi, bir at gibi şahlandı. üzerinde bulunduğu kayalıklardan kayarak karanlığa bulanan gözlerinin önünde kayboldu.

babamın bir katırı vardı. bir yoldaşım o kalmıştı.

adımlarını hızlandırdı. şimdi bir yandan ağlıyor, bir yandan koşuyor, nefesleniyor, ışığın yönünü bulmaya çalışıyordu.

biz yönümüzü bilmezdik. rüzgarın ne yandan estiğinden banane.

biz yönümüzü bilmezdik. siz gelmeden, rüzgar daha güzel eserdi.

siz geldiniz, rüzgara kan kokusu karıştı.

uçaklar bombalarını bırakıyor, dağları birer birer kızıllığa sürüklüyordu. ağaçlar yanıyor, bu uçsuz orman zihnindeki anılara eşlik ederek kül oluyordu.

koştu. işığa gitgide yaklaşıyor, ağaçların arasından sarı ışığı görebiliyordu. adımlarını bir kat daha hızlandırdı.

ateş eti değil, ateş canı acıtır.

ağaçların arasından çıktığında karşısında büyük bir kayalık heybetiyle oracıkta duruyordu. bir mağaradan başka bir şey değildi. kapısında yanan ateş aradığı ışıktan başkası değildi.

bu yollar hep göçlere tanıktır. bu yollar hep göçlere mi tanık olacak?

nefesini tuttu. çığlığını içinde bastırıp yürüdü.

annem ve kardeşimle yola çıktığımızda, nenem gelmedi. katıra yüklenemedi.

gördüğü yeterdi onun, dünyayı ve acıyı...

derler ki o yollar hep kaybedişlere tanıktır. ardında koca bir yangın bırakarak yürüyen, çarıksız çulsuz bedenler bir bir bedenlerini bıraktılar sulara. önce çocukları bıraktılar. ağırdı, götüremezlerdi. sonra bilgeler bıraktı bedenlerini... artık yeterdi, dünya ve acı.

çığlığı bir bombanın parçalanışı gibi kayalıklara vurdu.

mağaranın içine yayılmış cesetler. anneler, çocukları... bembeyaz kuzular... yanmış yırtık elbiseleri gibi, yanmış yırtık ömürler...

gökyüzü siyahtı, rüzgarın kokusu siyahtı...

belli ki buraya sığınmış bir başka kafile, mağaranın içinde bir tek canlı kalmaksızın ölmüşlerdi. sadece kalan her yeri saran kül kalıntıları ve birkaç alev parçacığıydı. adımlarını ilerlettiği gibi yavaşça geri çekti. karanlıktan çıktı. alevlerin ışığıyla kayalıklara vuran silüeti dizlerinin üzerine çöktü.

biliyorsun, en çok karanlık korkutur çocukları.

en çok o zaman görür gözleri çünkü...

kollarının iki yanına aldığı başını uzun süre salladı. bir baykuş sesini bir demir sesi böldü. ense kökünde hissedince kafasını eğdi. tetiği çeken eli hayal etti.

bir gün babasıyla elaziz'e gittiğini hatırlıyordu. askerlerin hastanenin önünde dizildiğini, boş gözlerini süngülerine dayayarak baktıklarını görüyordu.

biz turnaların göç etmediğini bilirdik, gittiler ve dönmediler.

başının arkasında hışırdayan namluya aldırış etmeksizin gülümsedi. gözleri güneşin kızıllığına dalarak donup kaldı.

biz turnaların semah döndüğünü gördük gökyüzünde...

biz ulu bir maviliğe bulanan kubbenin altında taşıdık acılarımızı.

taşıdık ve yürüdük.

munzur'a bandık yüreğimizi.

ama biz turnaların göç etmediğini bilirdik, gittiler ve dönmediler.

oysa şunu bil ki, turnalar hep döner gökyüzünde...

*eşek her zaman eşektir, at her zaman attır. (zazaca atasözü)