sevgili okur,

bazı şeyleri okuyup ortaçağı merak etmeyen, bazı filmleri izleyip ortaçağda yaşamı didiklemek istemeyen, bazı düşüncelere bulaşıp ortaçağı düşlemeyen kişiye kuşkuyla bakarım arkadaş. özellikle kelimelerin gücünü yanına almış bir şeyleri okuduğun zaman karşı konulmaz bir şekilde orta çağ düşüncesi çağırırken seni.

sevgili okur, işte tamda bu noktada savaşlardan yıkıcı bir şekilde etkilenmemiş, yıkılmaya kıyılmamış bir şehirden söz etmek istiyorum. belli ki bir ortaçağ simgesi olan prag'dan*(*praha / prague). mimarisi yani kuleli yapıları, devasa barok yapıları, dantel gibi ince ince işlenmiş duvarlar, sütunlar ve daha birçok şey.

birası var birde yani sudan bile ucuz deyiminin canlı bir örneği olan birası, güzel yapıyorlar üstelik. bira ve kuleleri dışında birde jazz meşhurdur orda. bir pizzacıya oturup pizzanı el yordamıyla götürürken kenarda bir yerde sahneye çevrilmiş bir köşede canlı performans dinleyebiliyorsunuz. ya da hangi mevsim olursa olsun charles köprüsünden geçiyorsan mutlaka sokak sanatçılarının icra ettiği jazzı dinlersin.

ortaçağ geceleri de düzenlenir. ayrıca ortaçağdan çıkma mekanları vardır, sanki bir tek kımız eksiktir orda. o mekanlarda sanırsın ki bir ortaçağ filmi çekiliyor ve sen o an settesin. duvarlar, masalar, çalışanlar ve senin o anki ruh halin, her şey ortaçağdan bir mühürle işaretlenmiştir. her şey masalsı bir gerçekliktedir. sevgili okur bu anlamda senin adına hiçbir şeyi temin edemem ama kendi adıma kalıbımı basabilirim ki gerçekliğin masalsı tarafına geçiyorsun. gidiş dönüş bileti elinde ama.

kadınları var elbette. estetiğin dibine vurmuş, güzelliği görecelilikten çıkartmış, genetik bilimine sürükleten cinsten kadınları. tek bir tekerleme uydurabildim o zaman "dünyada tek, kadında cek", zihnim duruyordu paslı paslı. insan kücülüyor bunun karşısında, belki de dönüşüyor. söz biter arkadaş.

sokaklarında yürürken, bir masalın içine doğru çekildiğinizi hissedersiniz. kısa bir süre sonra bu hisse hiçbir şekilde karşı koyamaz ve dahil olursun. sokaklar ki taştan, arnavut kaldırımlı, işlemeli. meydanlara çıkan ara sokaklar ve pazarlar ve daha birçok şey. anlatamadıklarımla birlikte masal şehrine hoş geldin sevgili okur.

görülmesi gerekli olan, gezmek isteyeceğin, ortamına dahil olacağın, tanıklık etmek isteyeceğin çok çok fazla şey var prag'da. birkaç gün asla yetmez sana, bu uyarımı dikkate almalısın. bahsetmeye değer o kadar çok şey var ki ucundan bile değinmeye korkuyorum, eğer değinirsem ardından bu yazı altından çıkılamayacak bir hal alır. bundan dolayı ben hiçbir şey anlatmayacağım, sadece iki noktayı hatırlatacağım. franz kafka ve nazım hikmet.
haddimi aşsam bu iki isim üzerine sayfalarca şey yazabilirim sevgili okur. yazılır, çizilir, kaybolunur. bu iki dev karaktere ait prag'ın ortak bir mekan olmasından dolayı iki küçük anekdotla kaçacağım izninle.

anı biriktirme kutumda hala en özel parçalardan biri olarak sakladığım kafka müzesi biletine her baktığımda aklıma ne gelir dersin? hayır; eserleri değil, orijinal yazıları değil, onun gösterilen belgeseli değil, tasarımları hiç değil. çünkü bunları zaten onun astronımik saatinde olduğu meydandaki doğduğu evde aklımdan hiç çıkartamamıştım. müzesinde ise; bahçede bulunan iki çıplak erkek heykelinin durmadan işiyor olmasıdır. vanası olmayan iki musluk gibi iki heykelin pipisi. fotoğraf çekmek için ne müthiş bir ilham kaynağı değil mi? bir düşün. sanat icra etmeye sürükler inan. ben ve birkaç arkadaş küçük sanatsal denemelerde bulunduk ama görmeye değer hiçbir iş çıkaramadık. çünkü yeterince anlamıyorduk. anlaşılan o ki hala anlamıyoruz. bizde sonucu zaten biraya bağlamıştık ve herhangi mutlu bir sona.

birde vltava nehrine yakın bakan, hatta meşhur dans eden eve de yakın olan bir kafeden söz etmek istiyorum. cafe slavia (slavya). nazımın sürekli takıldığı kafe. girişi oldukça şirin. hemen girdiğinde masalar karşılıyor seni, uzunca bir koridor gibi, yanda duvarın başlaması gereken yerde birkaç basamak daha yüksek olan kafenin ikinci bir bölümü gibi duran devamı izler bunu. duvarlarda değişik fotoğraflar var siyah beyaz. sıcak bir ortam anlayacağın. ve kızlardan biri nazım'ın orda yazdığı bir şiiri okur;

slavya kahvesinde şair dostum tavfer'le yarenlik

slavya kahvesinde oturan dostum tavfer'le,
vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.
hele sabahları hele baharda
konuşurken dalar dalar gideriz
bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
hele sabahları hele baharda.
prağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve orhan veli'yle karşılaşırlar
urumeli hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer orhanım
yüreciği delik deşik onun da.
biz de aynı loncadanız biliriz tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.
pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir istanbul...
lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer
martı kuşlarına ekmek verelim.

bir masal ki içinde her şeye dair bir şeyler var.
yoksa sonlar her zaman mutlu bitmez mi sevgili okur?
*(*(birkaç yıl önceye dair))
tümünü göster