dün gece satın aldığımdan bahsetmek istiyorum.

kilisenin yanından kordon'a çıktım. orada dört tane tekel bayiini yanyana görebilirsiniz. şimdi tam bu noktada yıllar önce girdiğim bir beyaz eşya bayiisini hatırladım. orada, dükkan sahibinin babası olduğunu düşündüğüm yaşlı bir amca, açık olan ve hepsi aynı kanalı gösteren bir sürü televizyon arasından birisini seçmiş, onu izliyordu. bunu yapabilmesi, yani bir seçim yapabilmesi karşısında nasıl da dehşete düşmüştüm. nerdeyse bi 5 senesi var. yıllar sonra artık üstüme bir adamlık çöktüğünden, kele'nin de dediği gibi "ben hassaslaşmak istiyorken, büyümek beni soğuk biri yaptığından" böyle dertleri dert etmiyorum.

kulaklık da vardı kulağımda. morrissey. olm bak git!

çıkardım kulaklıkları, girdim dört tekel bayisinden birisine. hangisi olduğu kilisenin papazını katiyen ilgilendirmez. hatırlamıyorum da üstelik. bir tane mentollü lucky strike istedim. aslında beni bilen bilir ben turuncu pall mall içerim. bir gün kurt vonnegut oluncaya kadar da içmeye devam edeceğim. ama şu lucky strike mentollü alkolle de gidiyor hani. bu nedenle yani.

artık o ana kadar dört mü içmişim, beş mi içmişim, bilmiyorum. benimle birlikte bir adam daha girdi dükkana. adam düpedüz ingilizce konuşuyordu. içimden güldüm. bu tip de benim gibi içince ingilizce konuşuyordu.

"i need beer" (bira var mı dayıcım?)

tam o esnada dükkana iki kız daha girdi. ya da ben öyle sandım. bakkal şaşkın şaşkın adama bakıyordu.

"i can help you" (ben yardımcı olayım biladerim) dedim. bakkala dedim bunu. bu kez bana şaşkın şaşkın bakmaya başladı. sonra durumu farkettim. adama söyledim.

sarhoş haldeyken başka bir sarhoşla ingilizce konuşma çabalarım genel olarak kavgayla bitmiştir. işin içine fuck muck filan giriyor, özenmeden konuşunca. en son polonya'da hatırlıyorum. hava nasıl da soğuk. ben tişörtle kalmışım dışarıda. şimdi gidiceksin yarım saat vestiyerde sıra bekleyeceksin. ben dışarı montla çıkmıyordum yani. kanımda da acıkınca birkaç sokak öteye gitmiş. yolda yabancılarla nasıl konuşması gerektiğini bilmeyen iki tane tıfıla da çakıvermiştim.

fakat bu kez adamın "i need beer" demesi bana çok koydu. ortamdaki kızları da göz önüne alınca, sesimi bir alt perdeye aldım.

"any brand you inquire?" (hangi marka kardeşim)
"please eww.. please recommend" (valla ben buradaki markaları pek bilemiyorum)
"this brand is the tits" (bak bu bira kral biradır.)
"how much?" (ne kadar?)

bakkala döndüm söyledim. adam dolar verdi. kısa hesaplamadan sonra üstünü türk parası iade etti bakkal da. bu arada arkadaki kızlar yok oldu. üst düzey sarhoş ingilizcesi onları ürkütmüş olabilir. yabancı adam para üstüne baktı. aklı erdiremedi. yani 20 dolar verdi. bir şişe bira aldı. 30 lira geri verdi bakkal.

"is that all right?" (sikmiyonuz dimi beni şu an?)
"most definately" (kesinlikle)

pek bir fikrim yoktu aslında. sarhoştum. tek derdim sigara ve bira alıp insanların arasına geri karışmaktı. herşeyin ötesinde o günkü dolar kurunu da bilmiyordum.

"i'll ask my friend" (beni yediniz mi yemediniz mi arkadaşıma sorucam birazdan) dedi yabancı adam. güldüm.
"go ask him. but trust me, this is fair." (senin o arkadaşının mına koyiim ben. bir hakkın garibini göndermiş bira almaya yabancı memlekette. kendisi duruyorken.)

ben ingilizce konuşuyorken "fair" kelimesini kullandım mı, bir an önce iskoç aksanına geçmek istiyorum demektir. çünkü ibneler öyle güzel "fair" diyorlar ki "feeer" diye r harfini bastıra bastıra, e harfini de incelte incelte.

adam gitti. ben de bir şişe bira ve bir mentollü lucky strike aldım. bakkal bana teşekkür etti. kızlar ordaymış bu arada. ben bir ara kaybetmişim onları. çıktım bakkaldan. oturdum çimlere. birayı açmadım. biraz yatayım istedim. yıldızlara bakmak filan keyifli olurdu. ama izmir'in ışık kirliliği çok fazladır, ancak büyük ayıyı, avcıyı, yaz üçgenini filan görebilirsiniz adam gibi.

bu anları çok iyi hatırlıyorum. çünkü venüse baktığımda iki tane gördüm. buna çok güldüm. çevrede oturan gençler deli olduğumu düşünmüş olabilirler. ama bu bana çift yıldız sistemlerini hatırlattı. çift yıldız sistemleriindeki gezegenler bizim dünyamız gibi tek güneş etrafında dönmezler. iki güneşleri vardır. biri doğar, biri batar. bazen ikisi birden gökyüzündedir. bazen de ikisi birden ortalıkta olmaz. ikisinin de ortalıkta olmadığı anlar çok azdır. bu yüzden o gezegenlerde geceler nadir görünürler, kısa sürerler. ne kötü.

sonra kafam carl sagan'a gitti. son röportajını izlemeliydiniz. biraz hüzünlüydü benim için. kanserden erimiş bitmiş bir halde, hala insanlara gezegen, yörünge filan anlatıyordu. orada olsam, bırak amcacım bu işleri artık, git bahçe çapala derdim ona.

ama biri bana bunu söylese ona çok kızardım.

ben çift gördüğüm venüse gülerken sanırım biraz dalmışım çimlerde. sonra bir sokak köpeğinin bana değmesi sonucu zıplayarak uyandım. ona kızmam mümkün değildi. ben onun yoluna uzanmıştım çünkü. ona bira ikram etmiş de olabilirim bu arada.

"oğlum siz ne yapıyorsunuz ki bütün gün? boş boş dolaşıyorsunuz. arada denk gelirse sevişiyorsunuz. onun dışında yine dolaşıyorsunuz. yine dolaşıyorsunuz. bazen görüyorum, gölgede uyuyorsunuz. bira da içmiyorsunuz. ne yapıyorsunuz oğlum siz? nedir amacınız bu dünyada? sen de karbon bileşiğisin, ben de. konuşabiliyor, apartmanlar dikebiliyor, müzik icra edebiliyoruz diye, neden dünyanın bütün çilesini bize yükleyip gidiyorsunuz oğlum siz manyak mısınız? nesiniz ulen siz?"

köpekten sonrasını hatırlamıyorum. bir ara bir bara girdim. orada da içmişim. kredi kartı fişini buldum cebimde. eğer beni yemedilerse, iki tane de orda içmişim. arkadaşlar filan vardı. sabah uyandığımda azı dişimin arasında kokoreç kalmış. kokoreç yemiş olmalıyım. sonra baktım sigaradan çok az içmişim. kahvaltıdan sonra yaktım bir tane. balkona çıktım. sigaranın külleri yere düşmüyor; ortada asılı da kalmıyor; gökyüzüne çıkıyordu. tanrı'm ne muazzam bir görüntüydü o.

******
bi de rüya gördüm. ben bir çocuk askerim. birliğimden kaçıyorum. lider beni apartman girişimizde yakalıyor. tabancasına bir mermi sürüyor. sırtını dönüyor. tabancayı bana verip onu vurmamı istiyor. kimseyi sırtından vurmayacağımı söylüyorum. bunun üzerine tabancayı elimden almak istiyor. aklı sıra cesaretsizliğim nedeniyle beni vuracak. vermiyorum tabancayı. arbede çıkıyor. ben buna kafayı bir çakıyorum. bir dövüyorum. ölüyor. sonra alıp onu çuvala koyuyorum. çöpe atıcam iti. ama sokak çıkışında iki üç çocuk oyun olsun diye demir kapı kurmuşlar. arasından geçirmeye çalışıyorum. tam geçiricem, orada bir tane kız çocuğu var, cesedi kapıya sıkıştırıyor, müsaade etmiyor. adeta itlik yapıyor. kızım diyorum, salaklığın gereği yok şu an. ceset var torbanın içinde. kimse görmeden çöpe atmam lazım. kız müsaade ediyor. cesedi çöpe değil; direkt çöp arabasına fırlatıyorum.

sonra alıyor beni bi pişmanlık. hapse giricem filan diyorum. keşke herkesin önünde öldürseydim de meşru müdafa olduğunu kanıtlayabilseydim. ama artık mümkün değil. elinde sonunda beni bulacaklar yani. cesedi bulmaları an meselesi. her yer parmak izi. kesin bulacaklar yani. madem hapse giricem diyorum. bari girene kadar yaşayalım şu hayatı be.
tümünü göster