biz... biz insanız: üzülürüz, seviniriz, güleriz, ağlarız, beğeniriz, kızarız. bunlardan önemlisi: korkarız ve umut ederiz. neden korkarız ve ne umut ederiz? gücümüzün yetmediğinden korkarız ve elimizden gelmeyeni umut ederiz. kontrolümüzün dışında gelişen olaylar bizi her daim arayışa zorlamıştır. bu bağlamda, avcılık yapan atalarımızın tılsımlarını ilk teknolojik gelişmelerimizden biri sayabiliriz; zira avın yolunda gitmesini
sağlıyormuş (ki rağbet görmüş).

zaman içinde yine bizden birileri çıkmış, büyüleriyle, insanüstü güçlerle başaçıkabileceğini söylemişler. belki de o misyonu biz vermişizdir onlara. unutmamak gerek: şeyh uçmaz, mürit uçurur. onlar insanüstü güçlerle rahat başaçıkabilsin diye yememişiz, onlara yedirmişiz, giymemişiz, onlara giydirmişiz. nedir bu yemeyip giymediğimiz? bize fazla gelenler mi yoksa dişimizden tırnağımızdan artırdıklarımız mı? göreceli olarak ikisi de. "fazla mal göz çıkarmaz" da diyebilirsiniz, "ne kadar malım varsa ahirette karşıma o kadar çok hesap çıkar maazzallah" da. en nihayetinde işte bu bizim artı-ürünümüzdür.

gel zaman git zaman sonra devlet kurulmuş ve artı-ürünümüze devlet egemenleri talip olmaya başlamış. bu sefer kazançlarımız kutsallaşmış; çünkü vergilendirilmiş kazanç kutsaldır. egemenlerimiz yetkilerini insanüstü güçlerden alıyorlarmış. bu tip artı-ürün talipleri daha dişe dokunur işler yapıyorlarmış. adamlar yiyorlarmış ama çalışıyorlarmış da. çalışmak derken; onların kafaları çalışıyormuş, bizi organize ediyorlarmış, velhasıl çalışan yine biz oluyormuşuz.

uygarlaştıkça zanaatlar geliştirmişiz; önce devlet himayesinde, sonraları "vergisini vererek" bağımsız şekilde. vergisini vermeyene ürettiğini sattırmazlarmış. zanaatçıların ürünlerinin yoğun talep gördüğü zamanlarda, ürünleri uzak pazarlara taşıyan tüccarlar git gide zenginleşmişler ve zanaatçının atölyesinden daha geniş atölyeler açıp, zanaatçılar da dahil, insanları bu büyük atölyelerde "ücretli" çalıştırmaya başlamışlar. biz bu geniş atölyelere "fabrika", fabrika sahiplerine de "patron" demişiz. sağolsunlar, patronlarımız bize iş vermişler. esasen, bizi organize etmişler, bizden söke söke artı-ürünümüzü almışlar, bizim sırtımızdan kazanç sağlamışlar. bu arada dolaylı ya da dolaysız vergimizi vermeyi hiç unutmamışız.

organize olamadığımız için bunlar ve benzerleri gibi, artı-ürünümüze talip insanlar hep olmuş hayatımızda. "çıkardığımızı" bile sahiplenenler çıkmış: ortaçağ avrupa'sında kimi derebeylerinin "mıntıka"larındaki pazarlarda tezgah açmak için, verginin bir bölümü olarak, bir haftada "ne çıkardıysak" yanımızda getiriyormuşuz, gübre olsun diye.

bu dünyada ürettiği, kazandığı şeylerin kendisine fazla geldiğini düşünen varsa: durmak yok, yola devam! yok, hayır, siz de benim gibi "malı kıymetli" biriyseniz, zannedersem artık birşeyleri değiştirmeliyiz. başımıza çoban aramadan artık kendi kendimize organize olmalıyız.

not: organize olmak yerine, örgütlemek-örgütlenmek gibi "bölücü" sözler kullanmaktan itinayla kaçındım.