başgardiyan odasında deniz'in oturduğu sandalyede
yusuf oturuyordu şimdi. deniz asılırken yusuf'u
alıp o odaya getirmişler.

--duydum deniz'in sesini,-- dedi, bize dönerek.

bunu derken, deniz'in son sözlerini onayladığını;
darağacında arkadaşının gösterdiği soğukkanlılıktan
son derece kıvanç duyduğunu; umduğu, beklediği
yiğitçe davranışı yaşamaktan mutlu olduğunu anlatmak
ister gibiydi.

infaz savcısına döndü:

--mektuplarımı babama verirsiniz, değil mi?-- dedi.

--elbette veririz,-- dedi savcı. --bize güvenin yok mu?--

--yok tabii,-- dedi yusuf. --size niye güveneyim?--

--veririz, veririz. merak etme sen,-- dedi savcı.

ve infaz savcısı, sözünde durmadı: yusuf'un yazdığı
iki mektuptan birini, köylülerine, akrabalarına
yazdığı ikinci mektubu yerine iletmedi.

--tuvalete gitmek istiyorum,-- dedi yusuf.

--peki,-- dedi savcı.

yusuf'u prangalarıyla götürdüler.

orada bulunan bir albay,

--dikkat edin, intihar edebilir,-- dedi, yusuf'un arkasından.

ama yusuf duymadı bu sözleri.

--bunu yapacak insanlar değil onlar. merak etmeyin,--
demek zorunda kaldık.

--hiç belli olmaz,-- dedi albay.

az sonra getirdiler yusuf'u. intihar etmemişti.

--yusuf, bir sigara içer misin?-- dedim.

uzun maltepe'ydi. çıkardım.

--son bir sigara içeyim;-- dedi.

sıkıştırdım dudaklarına, yaktım.

gardiyanlar yardımcı oldular, sigarasını sonuna
kadar içirdiler.

son sigarasını içerken, birden, odadaki kalabalığın
içinde birini tanıyıverdi. tam karşısındaydı
adam. sivil biriydi. pencerenin yanında duruyordu.

--işkenceler nasıl gidiyor?-- dedi yusuf.--

adam beklemiyordu böyle bir soruyu. telaşlandı.

--bizde öyle şeyler yok,-- dedi.

--peki elektrik işkenceleri nasıl gidiyor? başarılı mı?--

--öyle şeyler yapmayız biz,-- dedi adam.

--yaa, öyle mi? çoluk çocuğun var mı senin?--

--bir kızım var.--

--hangi okula gidiyor?--

--daha küçük. okula gitmiyor.--

--iyi, iyi,-- dedi yusuf.

sonradan öğrendik: adam, ankara emniyet müdürüymüş.

infaz savcısı, doktorları çağırdı.

oda insanlarla dolmuştu yine.

--yusuf arslan'ın infaza engel bir rahatsızlığı var
mı?-- dedi savcı.

--hiçbir şeyim yok,-- dedi yusuf. --sanki komada
olsam asmayacak mısınız?--

savcı bu soruyu yanıtlamadı. kararı okudu.

--bu okuduğum karar sana mı ait?-- dedi.

--bana ait,-- dedi yusuf.

--bir diyeceğin var mı?--

--yok.--

savcı, o her zamanki çirkin sesiyle, --yusuf'u bekletmeyelim,--
dedi.

ceplerini boşalttılar. yusuf'un cebinden de 17.25
lira çıktı. emanet hesabına aldılar.

kağıda sarılı ikinci paketi açtılar. çıkardıkları
ikinci beyaz ölüm gömleğini de yusuf'a giydirdiler.

--bu gömleği giydirmeden asamaz mısınız -- dedi
yusuf.

--usul böyle,-- dedi savcı.

ayaklarındaki prangaları çözdüler.

--hadi yusuf,-- dedi savcı.

yusuf yerinde doğruldu. yanımızdan geçerken,

--hoşçakalın,-- dedi bize.

sustuk.

yürüdü iki gardiyanın ortasında.

avluya, aynı yere çıktık.

hüseyin ağırbaşlıdır, ciddidir. gündelik durumlarında
bile hüseyin'in gülmesi olağandışıdır, yapısına
aykırıdır. ama yusuf öyle değildir, her zaman gülümser,
güler yüzlüdür o.

kalkıp giderken, bize --hoşçakalın,-- derken bile
sesi o kadar olağan, yüzündeki gülüş bile öylesine bildik,
öylesine alıştığımız bir şeydi ki.

hiç olmazsa olağanüstü durumlarda bacakları titrer
insanın. baktım da, üçü de o kadar olağan yürüyüp
gittiler ki ölüme. sinirli bile değillerdi.

yürüdü sehpaya yusuf.

darağacı hazırlanmış, tazelenmişti. tabure masanın
üzerine yerleştirilmiş, tepeye yeni bir urgan bağlanmıştı.

yusuf, masaya, oradan da tabureye çıktı.

geçirdiler ilmiği boynuna. bu kez tek kattı ilmik.

yusuf da gür, yürekli bir sesle son sözlerini söyledi:

--ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu
uğrunda şerefimle bir defa ölüyorum. sizler, bizi
asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. biz halkımızın
hizmetindeyiz. sizler amerika'nın hizmetindesiniz.
yaşasın devrimciler. kahrolsun faş---izm.

o da sözünün sonunu, faşizm'in 'izm'ini tamamlayamadı;
yine aynı çatlak sesin --çek! çek!-- diye bağırmasıyla,
eliyle koluyla sehpanın başındaki cellata
verdiği işaretlerle ve cellatın tabureyi hızla itivermesiyle
sallanıverdi boşlukta, urganın ucunda.

yarım dönüş yaptı yusuf havada ve arkasını döndü
kalabalığa; öylece kaldı.

saat 02.25'ti.

beş dakika bekledikten sonra kelepçesini çözdüler.
kolları iki yana sarktı.

yaftayı boynundan geçirip göğsüne astılar.

deniz'de gördüğümüz kasılmalar onda da oldu.

doktorlar yaklaşıp yokladılar. --biraz daha bekleyelim,--
dediler.

saat 02.50'ye kadar beklediler. sonra görevliler
urganı kesip aldılar yusuf'u darağacından, aynı biçimde
yere bir bezin üzerine uzattılar urganıyla, alıp
götürdüler.

bu arada, sonradan ankara emniyet müdürü olduğunu
öğrendiğimiz, yusuf'un orada sorular sorup
sıkıştırdığı sivil giyimli adam yanıma sokuldu.

--yusuf sizi çok iyi tanıyor. nerede karşılaşmıştınız?--
dedim.

--hayatta karşılaşmadık yusuf'la,-- dedi adam.

--hiç görmedim kendisini.--

--size sorduğu sorulardan, sizi çok iyi tanıdığı anlaşılıyordu,--
dedim.

karşılık vermedi. uzaklaştı yanımdan.

yine döndük başgardiyan odasına. hüseyin getirilmemişti
daha.

(bkz: gülünün solduğu akşam)