kaç defa seyrettim o sahneyi allah bilir? o filmi belki yüz defa seyretmişimdir. bir zamanlar batıda yani orjinal ismiyle once upon a time in the west. sayamacağım kadar çok.

o filmin enrico morocone'nin yapmış olduğu gıy gıy tonlu armonikalı yorum beni gerim gerim gerdiği hatta gece karşıma çıksa ödümü bokuma karıştıran nameleri kulaklarımdan hiç bir zaman silinmez ve silinemez.

sergio leone'nin bu filminde şebek gibi çıkmış charles bronson'la çemcük ağızlı henry fonda düello çıkmadan önce aralarında söyle bir diyalog geçer;

armonika: beni gördüğüne şaşırdın mı?

frank: geleceğini biliyordum.

armonica: morton asla onun gibi olamayacağımı söylemişti. şimdi nedenini anlıyorum. bir yerlerde yaşadığını bilmek, onun umrunda olmazdı. sonunda bir iş adamı olmadığını anladın mı? sadece bir adam. nesli tükenmiş bir ırk. diğer mortonlar da gelip onu öldürecekler.

frank: gelecek bizi ilgilendirmiyor. artık her şey önemsiz. ne toprak, ne para, ne de kadın. buraya seni görmeye geldim. çünkü artık neyin peşinde olduğunu söyleyeceksin.

armonika: sadece ölüm anında.

böyle bir diyalogdu. burda morton demiryolu mütehati para için çöllerde dolanan denizi çok seven kemik veremi ile çebelleşen bir kimsedir. deniz sadece bir tablodadır. sadece o tabloya bakarak varsayarak yaşar. oysa varsaymasına gerek yoktur. basar gider deniz kenarına denizi seyreder. ama nedense denizi tabloda izlemeyi sever.

morton kavramını sadece bilmeyenler için sarf ettim. aslında günümüz insanı mortondur. sadece iş adamı gerisi yok.

oysa frank kendisinin sarf ettiği gibi sadece adamdır.

iç savaş yıllarından sonra güney eyaletleri yankeelere teslim oldu. kuzeyden gelen yankeeler bir çok iş sahasını ele geçirdi ve güneyin aristokrat insanlarının yerlerini zapt eylediler. kimileri hokkabazlıkla kimisi ise kaypaklıkla vesaire ile.

güneyde attan düşmüş karpuza dönen bireyler ya kendilerini alkole teslim ettiler, ya yankkelerden daha beter birşekilde iş adamlığına soyundular yahut toz olup gittiler.

oysa sadece adam olmak düşmanının sırtından vurmamak bir hata yaptığında özür dileyip yoluna devam etmek artık nesli tükenmiş bir varlık olmak demekti.

eski kovboy filmlerini severim onun temsil ettiği değerleri de severim. çünkü en azından sırtından nallanmayacağını bilirsin. herşey mert ve adildir.

heyhat bunlar birer ütopyadır ama varsaymak yahut öyle olduğuna inanmak kadar güzel birşey yok mudur hayatta? elbette yoktur.

tedirgin olmadan bir işte çalışıp, eve geldiğinde şarabının olması ve uygun peynirle bunu tüketmek üstünede sevdiğin karşılığında sevildiğin ve saydığın karşılığında sayıldığın bir kimsenin olduktan sonra diğer şeyler çok abes geliyor.

ama ne yazık ki ya sahip ol mümkünse en fazlasına sahip ol dünyasında yaşıyor. bazı insanlar tanıyorum ki samsun 216 sigarası içenlere ezik gözüyle bakıyorlar ki bu çok fena.

insanların kişileriyle değilde tükettiği şeylerle klaslandırmak hatta aşağılamak şahsi kanatimce dümbüklüğün dikalasıdır.

pastırma ile viski içeni aşağılamayı anlarım ve ben herşeyin usulunce olmasını isterim ama gayet lüzumsuz bir konuda tüketimle statü atlamayı hiç anlayamam.

varolmak yahut varlıklı olmak esas mesele budur. varolmak ayrı bir davadır kısaca ruh sahibi olmaktır.

ama varlıklı olmak ve sadece buna dayanmak bence şapsallıktır. çünkü varlıklı olanların tek dayanağı varlıklarıdır ve bu da onları açgözlü yapar. çünkü varlıkları gidince sadece şeddeli eşekten bir farkları olmayacağını bilirler ve varlıklarını çoğaltmak için hertürlü melaneti icra ederler.

mesela nebileyim yalan yere yemin etmek yahut eski parayla 10 milyonluk malı 9 milyona alabilmek için çekişe çekişe pazarlık etmek gibi vesaire.

yahut kendilerini öyle aşalık pozisyonlara düşürürler ki tahmin edemezsiniz.

graham green'in bomba partisi kitabında bunu bol bol anlatır.

peki ne olur?

bir morton gelir bir morton gider olan bu dünyaya olur.

çokca sorarım kendi kendime - başkaları da söylemiştir- acaba sokrates'i yargılayanları ve ona baldıran zehrini içirenleri kim hatırlar?

herhalde kimse hatırlamaz.