bir çok vakit hayat yolunda devam ederken ister istemez trafik sıkıştığında emniyet şeridine kaçma akıllığı göstermek zorunda kalmak zorunda kalırız. bunu bireysel manada alın isterseniz yahut devletsel anlamda.

devletsel anlamda nasıl olduğunu merak ederseniz eğer size bunu bir örnekle anlatacağım.

vakitnde lee iacocca chrysler dönemlerinde mitsubishi ile antlaşma yapmak için japonya'ya gitmiş. japonya'yı dolaşırken sıra mitsubishi fabrikalarına sıra gelmiş ve kyoto'ya gelmişler.

lee bakmış kobe çok güzel bir yer japonların doğaya olan saygısını bilmez değilmiş. üstüne üstlük kyoto şehri kutsal bir şehir. bu kadar güzel bir yere fabrika nasıl yapılır diye sual eylemiş ev sahibine.

ev sahibi mitsibusi fabrikalarının daha önce uçak fabrikaları olduğunu söylemiş. lee ama burda niçin fabrika açtıklarını söylemediklerini bu kadar güzel bir kentin ortasına fabrika kurmalarını anlayamadığını söylemiş tekrardan.

ev sahibi japon hince bir gülümşeyis ile franklin roosvelt'in vakti zamanında kyoto şehrinde tatil geçirdiklerini ve şehire aşık olduklarını savaş başlayınca kyoto'nun buyüzden bombalanmamasını emrettiklerini anlatmış. eh bu suretle japonlar eşek olmadıklarından dolayı uçak fabrikalarını bu güvenli şehre kurmuşlar. savaş bitince de otomobil fabrikasına çevirmişler.

bunu gibi bir çok hikaye vardır hayatta ve var olacaktır.

hayatta bazı insanlar vardır. herkese aitmiş gibi gözükürler ama hiç kimseye ait değillerdir. kendilerine bile ait değillerdir.

hep saklanmak zorundadırlar. kendilerini katiyetle bir yere saklamazlar çünkü korkak değillerdir. ama kendilerini ince bir tülün ardına saklayarak salınırlar.

ellerinde bir meşale taşırlar ve bu meşale ile barut fıcılarını karıştırmaktan geri durmazlar.

heyecan yahut adrenalin manyaklığı değildir bu. çünkü o heyecan ve adrenalin manyakları olan kişiler ara sokakta 200 kilometre hıza ulaşayım derken daha kadran 95'e gelmeden boktan bir kia kamyonete toslayarak cartayı çekerler.

belki de kendileri olabilmek belki de durağan hayatlarına tad katmak için bunu yapıyor olabilirler.

ama belki dedik ya doğru değil tamamen elbette. zaten kişi ne kadar uğrasırsa uğrassın hiç bir vakit doğruyu yakalayamaz. sadece sınırına yaklaşır.

ama işte ben de bu doğruya yaklamaşyı deneyeceğim.

fikrime göre omzunda mırmır sesi ile fısıldayan
sen saadeti bile anca ensende görürüsün diye öten kuşa inat yaşamaya çalışırlar.

içlerindeki boşluğu tepinme kültürünün elektronik enstürümanları ile kapatmaya çalışanlardan çok farklılardır. çünkü onlar ellerinde olanları bir daha ele geçirmeyecek üzere kaybetmişlerdir. sınavda kopya çekerken, düşmanlarını mertçe değil de puştlukla yendiklerinde, aç gözlülük yaparak, ben yapmadım miki yaptı diyerek vesaire...

üstlelik tepinme kültürü ile boşluklarını kapatmaya çalışan kişiler bunu nefsi müdafa için değil sadece keyif olsun ibnelik olsun diye yapmışlardır.

omuzlarında mırmır öten kuşa rağmen yaşamaya çalışanlar ise bunları yapmış olabilirler. ama bahsettiğim kişiler ama bir yaptılarsa bin bir nedamet getirerek, ancak bıcak kemiğe dayandığında yapmışalardır ve aynı şeyleri yapmayarak kendilerini muhafaza etmişlerdir.

insan bir kere yoldan çıkar bu bir hatadır. yoluna geri dönerse iyi birşeydir ama ısrarla devam ederse o yoldan çıkmaya tepinme kültürü ile içlerindeki boşluğu doldurmaya çalışanlara dönerler.

konuyu fazla dağıtmayayım ve keseden gideyim.

neyi beklediklerini bilmezler. vaktiyle aya ulaşmak istemişlerdir ama bunu imkansız olduğunu anlamışlardır. ama aya ulaşmaya gayret ederken kollarının yenlerine bir ateş böceği saklarlar.

hep hesaplı kitaplı gözükürler. mantık denilen şeye dört elle sarılırlar. çünkü hayatta güvenilecek bir şey kalmamıştır pek. ama mantıksız bir toplumda mantık mantı mealine geldiğini de bilmez değildirler.

oynamak zorundadırlar ve oynamaktan son derece nefret ettikleri için doktor jeckyl mister hyde misali yaşarlar.

için için üzülürler kendilerine çünkü hyde'ı oynamak onlara göre değildir. bu üzüntüleri belli olacak diye de ödleri boklarına karışır.

ya geç kalırlar ya erken gelirler, bütün mantıkları, hesap kitaplarına rağmen. muhallebi yerken dişleri kırılır mesela ama buna rağmen omuz silkip bundan matraklık çıkartırlar.

belki kişiliklerinden ötürü hayata bir sıfır önde başlamanın suçluğunu yaşarlar. çünkü hayata bir sıfır önde başlamanın haksızlık olduğunu düşünürler.

bir nevi marlyn monroe'durlar. toplum onlardan hep belli bir rolü oynamasını ister. aptal şarısın rolünü nefret ederek oynarlar. bu onlara hüzün versede bu rollerini oynarken bir kaşları kalkıktır. ne size yaranırım ne de sizi eğlendirecek gösteri yaratırım işinize gelirse diyerek rollerini buz gibi öfkeyle oynarlar.

ama içten içe bir lanet okurlar, dünyaya değil de kendilerine. çünkü suçu başkalarına atamayacak kadar kendilerine büyük saygıları vardır.

bütün kepazeliklere rağmen dünya üzerinde hayat denilen rulet masasını bırakmazlar bırakamazlar. çünkü oyunu bırakacak kadar yıkıntı yaşamazlar yahut bu yıkıntıyı carçabuk kaldırırlar. normal bir kişinin canına sıçmak için bir adet kuru sıkı mermisi yeterken atom bombalarının tahribatlarını çarcabuk kaldırırlar.

çünü onların bir kıblesi vardır. o da ne pahasına olsun yaşamak ve teslim olmamak.

bahaneler aşılması gereken zımbırtılardır onlar için bahanelere sığınmak ise aptallıktır onlara göre ve haklıdırlar.

içten içe terbiyesiz, kültürsüz, saygısız, denizinde sebzeler yüzen, yeşili traşlı keltoş, çimentosu göğü delenlerin arasından bakan arabesk, ne zırvalasan rep, çalışmak cok ayıp hırsızlık grekoromen, kenefleri denize akan dünyanız varsın sizin olsun diyip başka diyarlara firar etme dürtüleri vardır.

ama dedim ya oyunu bırakmazlar bırakamazlar. çünkü ricat etmek ve yenilgiyi kabul etmek ellerinde tek olan yegane hazineleri kişiliklerini kaybetmek demektir.

bir de şu vardır hani kavafavis'in kent şiiri vardır;

başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."

yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. dolaşacaksın
aynı sokaklarda. ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
hep aynı kente varacaksın. bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

bu pozisyonu bilirler mi bilinmez ama en azından sezinlerler. çünkü mantıklarının yanında son derece iyi bir sezinleyişleri vardır. bu da zaten onları bir çok beladan korur. ama sezgilerine ve mantıklarına rağmen başları beladan hiç kurtulmaz.

bir mizah yazarının yeteneğini sansür nasıl bileylerse başlarına gelen musibetler vesaire şeyler onların zekalarını ve kişiliğini bileyler.

haklarında çok şeyler yazılabilir ve yazılacaktır da. çünkü onlar süssüz püssüzkendi hayatlarını müdafa etmeye çalışan ve bunu bencillikle değil de geniş yüreklilik ile yapan kişilerdir.

yazımı çok sevdiğim bir insan olan jose'nin kadim dostu ve benim de tanışmadan dost bildiğim carlos drummond de andrade'nin bir şiiri bitiriyorum;

bir gün gelir, "tanrım!" diyemezsin artık.
toptan bir temizlik zamanıdır.
artık "sevgilim!" diyemeyeceğin bir gün.
çünkü boşunalığı kanıtlanmıştır aşkın.
ve gözlerden yaş akmaz.
ve ancak kaba işlere yarar eller.
ve kuruyup kalır yürek.

kadınlar boşuna çalarlar kapını, açmazsın.
tek başınasındır, ışıklar söndürülmüş
ve karanlıkta parlar kocaman gözlerin.
belli ki acı çekmeyi bilmiyorsundur artık.
ve hiçbir şey istemiyorsundur dostlarından.

kimin umurunda yaşlanmak, yaşlılık nedir ki?
dünyayı taşıyor omuzların
ve bir çocuğun elinden daha hafif dünya.
savaşlar, kıtlıklar evlerde aile kavgaları
hayatın sürüp gittiğini kanıtlıyor
ve kimsenin özgür olamayacağını.
bu gösteriyi acımasız bulanlar (o yufka
yürekliler)
ölmeyi yeğ tutacaklardır.
bir gün gelir ölüm de işe yaramaz.
bir gün gelir bir komut olur yaşamak.
yalnızca yaşamak, hiç kaçış olmadan.

not:

en zor şey karanlık bir odada kara bir kediyi bulmaktır; özellikle odada kedi yoksa .

konfüçyüs