nasıl desem nasıl anlatsam bilemiyorum ama hiç olmazsa şansımı deniyeceğim olursa ne ala olmazsa mualla,

- adınız?
- mualla.
- o ne ala ala

zırtapozluğu bir kenara atmam gerek. çünkü zırtapozluk ne kadar hoş olursa olsun çıkmaz sokaklara sokar insanı. bu yazıyı silmeden yazacağım, hiç bir düzeltme olmayacak. içimden geldiği gibi...

hani olur ya küp içmişinizdir. kadehler peşi sıra gelmiştir. bir şöyle kafanız git gel yaşamıştır sonraysa o git gel yerini ayıklığa bırakmıştır. o kadar içmeleriniz hiçbirşeye yaramamıştır. siz rahip ayıksınızdır. üstüne üstlük bu ayıklığın bezgin uyuz bir uykusuzluk olduğunu biliyorsunuzdur geçmişteki deneyimlerinizden. ne uyuyacak kadar yorgun ne de uyumayacak kadar enerjik. uykuyu beklersiniz beyhude yere. çünkü uyursanız eğer yenileceğinizi biliyorsunuzdur. ama uyku bir kere gitmiştir. birşeylere salak salak bakan zombi gibisinizdir.

hayat katarında lokomotif öyle bir ana getirir ki kişiyi aşağı yukarı böyle birşeydir. önün yokuştur arkan yokuştur.ç geçmiş yakındır geri dönmek istemezsin. zaten geçmiş çoktan tükenmiştir. gelecek ise pek iyi gözükmez. bulunan konum ise tam manasıyla boktandır yahut anglo saksonların deyimi ile bullshitt be adamım.

peki ne yapmak gerekir?

ne yaptığın önemli değildir ne yapacağın önemlidir. graham greene'in cüzzam romanındaki karısnı ve karısının aşığını arabasıyla ezmiş olan yunanlının dediği gibi;

ne yaptığım önemli değil ne yapacağım önemli.

hayat katarının lokomotifinin yakıtı ne olacak?

para pul şan şöhret başarı vesaire....

insanı ne güdüleyecek?

bu yakıt ne olması gerekir?

para pula birşey diyemem fazla para bir yüktür, harçadığın para senindir. harcamadığın para senin değildir.

bu tipşeyler şan şöhret beraber aynı kefeye konulduğunu deneyimlemişindir. altından yapılma değerli taşlarla süslü hapisane parmaklılarından gayrı birşey değildir.

bunları bir kalemde geçiyoruz.

peki geriye ne kalıyor?

gerçeklere dayanmak bokluk içinde olsak bile hiç olmazsa ona katlanabilmek ne kalıyor?

beyaz atlı prensler şarküterinin birinde kasap oldu, kraliçeler prensesler ise gündeliğe gidiyor artık. o devirler masal kitaplarında yahut bilmem ne kjralı hangi düşeşe atladığını konu edinen televole romanlarından ve yahut tarihsel dipnotlarından gayrı bir hükmü kalmadı.

ha arada kıçı kırık monoca dükalığının prensesi stephanie var ama aristokrasinin içinde monaco dükalığı bir nevi sultanbeyli değil midir yahu?

o halde monacoyu bir kalemde geçince hakikatin ne olduğu ortaya çıkıyor.

zırtapozluktan uzak durmama gerek çünkü okuyucuyu çıkmaz sokaklara sokuyorum ve en fenası ben de sokaklara giriyorum.

çok rezil bir çağda yaşıyoruz.

antik çağdan beri herçağın rezil olduğu söylene gelmiştir.

ama bu çağ gerçekten rezalat birçağ.

çünkü bireyler kendilerini saygılarını gönül rahatlığıyla bir kalemde silmişler ve gerçek manada ahlaksızlığı ahlak olarak inanmışlardır.

ben kendisine saygısı olmayan insandan uzaklaşırım. çünkü kendisine saygısı olmayan insan hertürlü naneyi yer.

adapsız langur lungur, klas görünümlü teknolojik hanzoluk arz yuvarlağını dört bir yanını sarmıştır.

çünkü huzur azgını yaratıcı olucam ben sanat yapıyorum diye affedersiniz kıçından çıkan boku sergileyen veya bir köpeği bir direğe bağlayıp onu açlıktan geberterek sanat yaptım diyen öküzler çok.

ama kabul etmek gerekir ki sırf adı biraz duyulmuş diye hertürlü hıyarlığa para basıp satın alan ve sanatı gerçeklikten kopartıp klozetciliğe teslim eden pek muhterem godoş sanat sevicileri bu yolu açmıştır.

niçin sanat?

evladım sanat denilen olguda işlenne konular vekişiler bir emsaldir. o örnek ne kadar aklı başında ve iyiyse o özne olmak için uğrasırsın. ama emsal aldığın şey mecburi hıyarlık ise katmerli hıyar olursun.

bana emsal aldığın kişiyi söyle sana kim olduğunu söyliyeyim, kapiş?

whatever....

inanacak hiçbirşey kalmadı. herşey yalan ve dolan. hep tetikte olman gerek. saf heyacanlar yok herşey bir kuşku içinde korku ülkesi almış başını gitmiş.

ann george smiley'i aldatıyor. bill haydon sovyet ajanı çıktı ve öldü. ellis sırtında iki kurşunla frenkçe muallimliği yapıyor, jerry westerby hong kong'a postalacağını bilmeden cinleri üçer beşer kafaya dikiyor, ted mundy ve sasha berlin protesto ediyorlar birşeyleri ve be nediyorum. sadece john le carre'nin insanlarını hatırladım ve kimsenin bu kişileri bildiğine dair içimde en ufak bir umut yok.

ama bilen kişiler olsa işte o vakit şaşırırım.

zaten bir zamandan sonra insan şaşırmak istiyor.

tek istediği şey bu oluyor hayatta.

çünkü hayat bilinene bir oyun oluyor. ufak da olsa şaşırabilmek ezberini bozuyor insanın.

bunun yaşanıyor bir bakıma.

10-15 senedir görmediğin insanları hiç olmayacak bir yerde birden görmek o suretlerin temel aynı ama ayrıntıda değiştiğini görmek tuhaf ediyor insanı.

paylaşılan bir geçmiş aynı lisanı hala konuşabildiğini bilmek ve herşeyden önemlisi arada geçen zamanın sadece teferruat olduğunu bilmek.

elbette mazi hiç bir zaman geri gelmez. giden gider elde vardır bir.

ama o duyuş ve düşünüşü hiç olmazsa taklit bile olsa tekrardan yaşamak muazzam bir duygudur.

herşeyden önemlisi ne olursa olsun şartlar suretlere utançla değilde gururla bakabilmek. işte olması gerekn budur.

bir ahbabım bana duyguları hiç birzaman anlatamazsın demişti ve anlatmaya çalışan yazarların eserlerinden hazetmem demişti. hikayeleri severim demişti.

başka bir dostuma bir hikaye yazdığımı söylemiştim aynı gün. hikaye nedir diye sual etmişti. ama ben anlatmadım. çünkü kağıda dökmeden hiçbir hikayeyi anlatamam demiştim.

çünkü anlaşılmamaktan ve daha fenası yanlış antlaşılmaktan korktum.

ama bu laneth camiasında daha doğrusu çatısında ne hissettiysem onu yazma ögürlüğüm olduğum için antlaşılma yahut antlaşılmama korkum olmadığı için ferah yazıyorum.

burası benim gerçek manada evim diyebilirim.

hikayemin konusu şuydu. herşeyini bir kalemde silip satıp satıp bırakıp giden hatta yaşadığı muhitten yaşadığı ilden hatta ülkeden bambaşka bir diyara giden adamın öyküsüydü.

biri ona hadi demişti o kendine hadi demişti ve dilini bilmediği bir ülkeye yolu düşmüştü. o ülkede leşin leşi barda barmaidlik yapan bir hanımefendiye aşık olup barın açılış saatinden kapanış saatine kadar sadece onu izlemezisiydi hikayem.

bütün çangıl cungulluğuna rağmen kişinin kendi dünyasını yaşamasıydı hikayenin ana fikri.

böyle birşeydi işte.

ama yazamadım yazabileceğimi de zannetmiyorum.

sadece kafamda bir taslak olarak yer edinecek. bir cinnet anında kaleme alabileceğeim.

ama şaşırmaktan gönülsüzce muaf olan ben cinnetten muaf olduğumun farkında olduğumdan dolayı bunu yazabilmem çok zor hatta imkansız. imkansızları yapabilmek yahut umut etmek zaten bizi ayakla tutan yegane şey değil midir?

bu yazının sonu yok olmazda zaten. ama ben çok çok yorgunum ve yazıyı burda kesiyorum.

fonda ise hot chocolate'dan so you win again makamından birşeyler işte....