kurtlar vadisi gladio
bu gün kurtlar vadisi gladio adlı filme gittim. daha önce de nefes vatan sağolsun'a, ondan önce de kurtlar vadisi ırak'a gitmiştim. bu tarz filmleri sevmememe rağmen, film boyunca filmde emeği geçen herkese ilginç temennilerde bulunmama rağmen, film boyunca ''öfff, sıkıldım. bitse de gitsek'' havasında olmama rağmen, nedendir bilmem yine de gitmeden yapamıyorum bu tarz filmlere. şimdilik gizliden gizliye mazoşist eğilimlere sahip olma olasılığım üzerinde duruyorum.

sizin de büyük ihtimalle farkettiğiniz gibi, son dönemde bu tarz filmlerin sayısında ciddi bir artış var. başlarda bu artışı önemsemedim. yetmişlerde, rüzgar soldan eserken, nasıl film yapımcıları sol rüzgarlarla yelkenlerini dolduruyordu ide, şimdi de türk milliyetçiliği ile keselerini doldurduklarını düşünüyordum. yani aslında, tüm bunlar tamamen duygusaldı.

filme bu düşüncelerle girdim. ve filmi izlerken, birden aklıma vietnam savaşı geldi. ''neden'' dedim kendi kendime, ''neden amerikan emperyalizmi bu savaşı kaybetti. ne yani, bir avuç kahraman gerillanın elli binin üzerinde abd askerini öldürmeyi başarması mı idi abd'ye geri adım attıran''. sakın yanlış anlaşılmasın, vietnam gerillalarının kahraman direnişini küçümsemiyorum. ama diğer yandan da düşünmeden edemiyorum: almanya, ikinci dünya savaşında milyonlarca asker kaybetmesine rağmen berlin'i son sokağına kadar savundu. japon faşizmine diz çöktürmek için, abd'nin iki japon kentini yerle bir etmesi gerekti. amerikan emperyalizmi ise vietnamda, alman ya da japon emperyalizminin verdiklerinden çok daha az kayıp vermiş olmasına rağmen yenilgiyi kabul etti. elbette ki uluslararası atmosferden amerikan ordusunun girdiği askeri çıkmaza kadar pek çok faktör etkili idi bu yenilgiyi kabullenişte. ama çok daha önemli bir faktör daha vardı ki, benim bunu farketmem pek de uzun sürmedi. alman ya da japon halkı, kendi emperyalist devletlerine sonuna kadar destek vermişlerdi ikinci paylaşım savaşında. amerikan halkı ise, sizin de bildiğiniz gibi, vietnam savaşını ciddi bir şekilde sorgulamıştı. o dönemde, abd'de görmezden gelinemeyecek bir toplumsal hareket boy göstermişti. ve yenilgi de doğan bu atmosferin ardından geldi aslında.

tabi ki amerikan egemenleri, bu savaştan gerekli dersleri çıkardılar. halklarına meşruluğunu kabul ettiremedikleri hiç bir savaşı kazanamayacaklarını anladılar. aynı nahoş! durumun bir daha oluşmaması için devasa bir beyin yıkama kampanyası başlattılar kendi halklarına karşı.

bu propaganda savaşının en önemli silahlarından birisi sinema sektörü idi kuşkusuz. cephede kaybedilen savaşlar, sinema salonlarında defalarca kazanlıdı. cepheden dönüşlerinde ''katil'' diye karşılananlar, birer kahramana dönüştüler beyaz perdede.

bu propaganda savaşının ilk, ve belki de en önemli meyvesi ''rambo'' idi. john rambo, vietnam'da halkı için savaşmış, akla hayale gelmeyecek acılar çekmiş bir kahraman. görmesek de, film içinde anlattıklarından, dönüşünde ''katil'' sloganları ile karşılandığını biliyoruz. yani, eğlence olsun diye eylem yapan, hayal dünyasında yaşayan bir avuç ''hipi'', bu vatansever amerikalıyı acımasızca eleştiriyordu. bununla da kalmıyordu rambo'ya yapılanlar. rambo gibiler sayesinde geceleri rahat uyuyabilen bir avuç göbekli polis, kahramanımızı kışkırtıyor, onun ülkesi için yaptıklarına saygısızlık ediyordu. ve seyirci, taraf tutmaya zorlanıyordu. ya serseri hipileri, kıl polisleri tutacaktık; ya da vietnam gazisi john rambo'yu. (hadi itiraf edelim, hepimiz john rambo'yu destekledik o filmi ilk kez izleyen küçük bir çocukken)

daha sonra amerikadaki bu durum ile türkiye arasında bir analoji kurmaya karar verdim. sonuçta, türkiye de, emperyalist olmasa bile alt-emperyalist bir güçtü. ve son otuz yılda oldukça kirli bir savaş yürütmüştü güneydoğuda. günümüzde bu savaş sorgulanıyor. kitleler, yavaş yavaş da olsa, savaşın meşruluğunu sorgulamaya başladı.

hani marks demişti ya ''işçi sınıfı bedelini ödemeye razı olduktan sonra kapitalizm her krizi atlatır'' diye; sanırım benzer bir durum emperyalist savaşlar için de geçerli. kitleler, ''devlet için kurşun atmaya da, yemeye de'' gönüllü olduğu sürece, egemenler, savaşı başkentin son sokağı da düşene kadar sürdürebiliyor. onlar için halkın savaşı sorgulaması, cephede alınan her türlü yenilgiden daha tehlikeli.

şimdi tekrar soruyorum kendime: neden, bu filmler rambovari bir propagandanın türkiye versiyonu olmasın? birden kendimi aydınlanmış hissettim, ve bu perspektif ile izledim filmi.

sonra nefes ile kurtlar vadisini aynı potada eritip şu tespitleri yaptım:

her iki filmde de birbirine çok benzeyen iki karakter vardı: ''komutan'', ve iskender büyük. ikisi de hayatlarını vatanlarına adamışlar. vatanları, kelimenin ilk anlamı ile onların tek aşkları. aşkları için, ikisi de kurşun atmış, kurşun yemişler. yeri gelmiş, canlarını bile ortaya koymakta tereddüt etmemişler bu uğurda. ve, şu anki toplumsal muhalefetin pek hazzetmediği pek çok eylemde de bulunmuşlar. iskender büyük, eylemleri yüzünden yargılanıyor. komutan ise ''bir gün beni yargılayacaksınız'' diyor. yani seyirci, ne yapmışlarsa ülkeleri için yapmış olan bu iki kahraman ile, bu iki kahramana sövüp sayan ''kökü dışarıda'' bir avuç solcu arasında taraf olmaya zorlanıyor. tıpkı rambo'daki gibi. ve seyircinin bu iki kahramanı, kaldırım taşı fırlatmaktan başka insanlığa hiçbir faydası olmayan bir avuç solcuya tercih etmesi zor olmuyor.

görüyormusun abisi/ablası, kapitalizmimiz büyümüş de propaganda filmleri çekiyor. ben onların daha dün kısa pantolon ile ulusal kurtuluş savaşı verdiğini bilirim. gözlerim doldu vallaha, duygulandım.

filmleri teknik anlamda değerlendireek olursam, şumu itiraf etmek zorunda kalırım: iki film de çok çok kaliteli yapımlardı. özellikle nefes, türk sinemasının baş yapıtlarından birisi olmaya aday maalesef. tabi, hiroşimaya düşen atom bombasını teknik açıdan değerlendirirsek, illa ki onun için de kuracak bir iki övgü cümlesi buluruz. berhan şimşek denen oyuncumsuya rağmen, düşük bütçesine rağmen, ukkth'yi görmezden gelmiş olmasına rağmen, ışıklar sönmesini bu iki filme de tercih ederim o ap ayrı bir mesele.

neyse, fazla uzattık. yazımızı, sayın iskender büyük'ün filmdeki beynime kazınan cümlesi ile bitirelim:

''ulan, hepi topu vatana aşık olduk. orospuya mı aşık olduk ki ömür boyu çilesini çekelim.'' (boşuna kafa patlatmayın ne demek istiyor diye. ben patlattım, ve beynimi yorduğumla kaldım. ''sonunu düşünen kahraman olamaz'' sözü gibi, çok şey söylüyormuş gibi yapıp aslında hiçbir şey söylemeyen cümlelerden biri. ama faşistler sever işte bu tarz cümleleri.)

edit: yazıda anlamadığım ama sanırım benden kaynaklanan bir dizi hata oluştuğu için ilk yazıyı sildim. hataları düzelttim, ve yazıyı yeniden kullanıma sundum