doğruluyorum sandalyeden. tipik edebiyat kitaplarında konfor ve rahatına düşkün kahramanlar böyle zamanlarda hep koltuklarından doğrulur, koltuklarında doğmuş gibi, koltukaltı ağrılarını da doğrulturlar; ben sandalyedeyim, doğrulduğum zaman dizlerim ağrıyor sadece. imrenerek okumaktan nefret ederim onları, en damardan giren iğneli, sancılı cümlelerine bile gülecek gibi olurum, kelebek içi bir hayatın insana getirisi de bu olsa gerek. zaten genelde bunları okurken kendimle baş başa kalamıyorum, eski bir yalandı kitap okuyan insanın kendisiyle baş başa kalması, riyakar ve bencilce.

sandalyeden doğruluyorum, elimde haberci çocuk cinayetleri. yılda 2-3 cinayetin işlendiği bir şehirde, haberci çocuklar peşisıra ölüyorlar. haberci çocukların ölmesini değil de -zaten bütün çocuklar ölsün-, yılda 2-3 cinayete yol açacak duygusuzluğu hazmedemiyorum! kimse öfkelenmiyor mu, kimse nefret etmiyor mu... böyle bir ütopikliği bakunin'de bile görmemiş bir insan evladı olarak soruyorum; ulan kimse aşık olmuyor mu?

duygusuzluğun getirisi insanlarda vicdan denen otokontrol mekanizmasını işlevsiz hale getiriyor, yılda 20-30 cinayet olsa insan kendi ahlakını sorgulayacak zamanı bulabilir kendisinde. öyle özel bir şehir ki, kimse gidenlerin ardından ağlamıyor. tuzlu suyu denizden ibaret bilenlerin (ki, 2-3 kişi cinayete kurban gidiyorsa, deniz bile yoktur o şehirde!) gözlerinden dudaklarına yaşlar inmemiş hiç. tüm şehirlerin belediye mezarlıklarında, satın alınan mezarların 5 yılda doldurulması şart koşulurken, bu şehrin mezarlık olarak kullanılan bomboş alanlarına ne kuruluyor?..

yetkili biri olsaydım bu özel şehirde, denize kıyısı olan bir şehirden tankerlerle deniz getirirdim. yılda 2-3 kişi öldüren (muhtemelen bir kişidir katil, o da delidir.) insanoğlu, denize bakıp kasvet ve kederlerle bir şeyler tetikler içinde. suyu sadece bardakta gören, denizi görünce bir fırtına yaşayabilir, insan hafızası yerine gelebilir.

insan doğal katildir, diyorum hep. vicdan vardır. çok sevdiğiniz biri öldürüldüğünde, çok özel biri değilseniz acınız kısa sürede diner. ama katil, "çok özel bir şehir"de yaşayan bir deli değilse, acısı yılanın yanaklarındaki çiçek silüetinden tıslar ölünceye dek.

bir katili kimse öldüremez. deliliğin tadı haberci çocukların, kızların dilinde. bir bıçak alıyorum elime, çok özel şehre gidiyorum. yüksek binaların gölgesinde kadrajından umutlar fışkıran çocuklar. kimisi katafalkların üstünde fotoğrafını çekiyor gökyüzünün, ölmemişler, her şey yalanmış! katafalkın kenarından bir çocuk doğruluyor sandalyesinden, kalkarken dizlerini tutuyor, acı çektiği büyük gözlerinden anlaşılıyor. elinde bıçak, yanağında tuhaf bir iz, kokulu. bıçağı doğrultuyorum çocuklara, çocuk gördüğüm herkese! öldürmeye başlıyorum. öldürüyorum.

sandalyeye oturup gözlerimi kapatırken, "bakın" diyorum, "bundan sonra ayda bir kez gelip, 25-30 kişi öldürüp gitmeye and içiyorum. aşık olun, ağlayın artık! sevin birbirinizi. sevişin. çocuk doğurun, yokolmayın bu özel yerde. bana buraya denizi getirtmeyin, bu sancısız ruhlarınız vicdanınızı taşıyamaz. yılda 50 intiharın olduğu bir şehirde kimse yaşayamaz..."

kafalarını salladılar, korkmuşlardı, ilk defa. şehre güvenim tamdı artık. oturdum sandalyeme, bıçağı bir kenara attım, dizlerimdeki ağrı küçük sancılara dönüşmüştü, katillik, yılanın dilindeki çatalın hemen ortasında gülümsüyordu bana, "şimdi", diyordu, "artık yanağındaki zehirli çiçek silüetinden emdiğim göz yaşı yozlarını serpmeye gidiyorum o şehre, sen artık vicdanın ağırlığını biliyorsun, sus, dinlen..."

gerçekliğimin şehrinde telefonlar çalmıyor. sadece göz yaşı, mutluluk, intihar, cinayet ve gece var burda! güneş hiç doğmadan batıyor.

sandalyemden koltukta oturan konfor ve rahatına düşkün entel abiyi dürtüyorum, uyanarak tıslamaktan başka bir halt bildiği yok!