kenarından, ufacık ıfacık, ufalması tevazudan sayılmalı kenarından bir parçaçık koparıp atsaydın üstüme, belki yağmur bile yağardı, hem hangi yağmura versem sırrımı ihanetine bedel beni sana pazarlardı. ondan öyle çok dönüp, çok kaçtım, hiçbir lüzumluluğumu bilmeden senin elzeminden kaçtım ve bir parça osmanlıca bilmekle böbürlenip bu cümlede sana öyle seslendim: balzamin.
kırmızıyı okul çantalarımızdan bilmesek o yıllar öğrenecektik, kimseden hatır sormasak zulasında hangi lekelerin beklediğini bilmediğimiz devlere eyvallah edecektik. bir prenses masalı büyütüp toprak saksılarda bilinmez tanrılara kurban edelim, seni bir kez daha öyle uykulu, öyle rakılı soyalım ki tanrılardan gazab diye gaspedilenlerin yağması üstümüze olsun, bizi yeryüzünün cennetinde yüzünle birlikte bir kuyuda bulsun hepsi. yusufun hikayesindeki kuyuyu diyorum, oradan geliyorum hancı, yorgunum, et ve şarap istedim, sun hancı; yusufun kuyusundan geliyorum, suda aksimi ve geleceğimi gördüm hancı, vur beni. bin kere binden bin kere fazla seviştik diye, hiç vakit olmadığından hem de kendime biraz içleniyorum, fısıldasam şimdi bir yağmura yaz vakti düşer mi kuzguncuk korusuna, yoksa anlatılanların hükmü eli burnunda tohumcuk mu?
***
kirişlerimde ölesiye kahırlı bir sancı, 2 yüzyıl geçti en az ve sayamadığım zamanlar. kaç sabahı bileyledim sunturlu küfürlerden kaçırıp inan bilemezsin, oyalandıklarımı ayrı koyuyorum. kendime bit pazarından bir isim seçiyorum, bir yüz ve biraz umut, tezgaha attığım para cebimdeki son ben biliyorum, tanrı, tanrılar bu sefer belki kurtulacağım. hepsiyle birlikte ağzının anısı var, onu saklıyorum, inanmazsın saklıyorum, kendi adıma okutulmuş bir hutbenin son hecesinde şifreli. adsızım, gayrisiz bir yenilik budalasıyım, ama eskiden geçemiyorum, bak işte hepsini aynı tezgahta toplamışlar, cebimdeki son beni verip alıyorum. keşke kullanılmışından bir de yağmur bulsaydım. yeni bir ad, yeni bir yüz ve biraz umut, kuruşu kuruşuna hesaplı hepsi ve hala uzun saçlı, bir tek beyaz telinde asılı kefaretimle. kimden öğrenecektim, sen söylemesen, kim bir soykırımı etimin her gramında yadsınarak çektirilmiş acılarla bir soykırımı anlardı? bilmezsin!
***
sarıya çalmış ağaç altında kalan cevizler ve hiç kınaya rağbet yok, halbuki pek afili bir gelecek umudu çizebiliyorduk, ellerin yumuk yumuk. taburlar geçerken önümden hep ayaklarımın çıplağı, bir de anlatılmaz bir deniz yanığı uzaktan sen bilmeden bakarken gizliliklerine. çıplak ayaklarla yuvarlanmış bir dereden kim üzülse, kim kızsa o kadar haklı, kendi kibrinden ölse kimseler aramazdı. beride üç kuşak hocalıktan emekliye ayrılacak tur istediğim bir kıymetli kırmızı bisiklet, demiş miydim, kırmızıyı kimse görmüyor artık, köpekleşiyor insanlık, dümenine kurdeleler astığım, hiç uzatmadı bizi bu rüzgarlar. oyalı bir ilmekten aşağı sarkarken baktım küllerime, hiç değişmemiş gibiydiler, yine fakat bütün yollara sapıp aynı yerde duran işaret levhası görünümündeydiler.
***
macır kadınlar geçiyorlar, kimileyin erken, kimileyin ne yaptıklarını bilmeden, az zaman beklenenden çok ergen, geçiyorlar; adımı unuttuğumu seziyorum, adım bana bir atadan miras, bir kadının diri memelerinde bırakmıştım hatırlamalıyım, sağ göğsünün üzerinde bir dövme var mı bakar mısın? yine de geçiyorlar onlar, yine geçiyorlar, sual edilmez bir vakar, yılmaz bir azimle, hep aynı melodisiz şarkıları dokuyarak geçiyorlar, yorulduğumu seziyorum, yorulduysam bir adım vardır, olmalıdır, biliyorum. adımı soracağım onlara cesaret edebilirsem.
***
adımı çok kaybettim, hatırlıyorsan bir kenara yazar mısın...
tümünü göster