tüm terbiyemi tahsilim esnasında kaybettim :

- yüksek mevkilerde alçak adamlarımız mevcuttur !

"rüşvet ve adam kayırma sonucu önemli mevkilere yetersiz kişilerin atanması..." benzeri bir şeyler, ortaokul tarih kitaplarında kalıplaşmış bir cümleydi. osmanlı imparatorluğunun yıkılma sebepleri arasında sayılıyordu. öss'de çözdüğüm tarih sorularının karşılığı olsa gerek; tam olarak neye benzediğini görmek, bana üniversitede nasip oldu. fakültemizin öğretim görevlileri listesinde üç farklı soy ismin hanedanını görmek kıllandırdı başta. derste anlattıklarını, aynı anda, (esprilerine, anılarına ve sahte sinirlenmelerine kadar) üst sınıflardan aldığınız ders notlarından kelimesi kelimesine takip edebileceğiniz teatral bir profesörden; genellikle bir alt akademik unvandan olan eski öğrenci-yeni eşinden (çocuklar, çocuklaar); egosantrik isimleri ve yaşlarını geçmeyen iq'ları ile aşklarının dibine düşen armut meyvesi, asistan yapılmış, çocuklarından oluşan çekirdek akademisyen aileyi ve onların dıdılarının dıdılarını tanıdık sonra.

birini diğerinden ayıran en önemli özellikleri yoklama alıp almamalarıydı zira prensip geliştirdikleri tek konu buydu. sene başında gelip derslerinin okuma listesini verip kaybolsalar idi hiç vakit kaybetmemiş olurduk, bu da, ne ara taktığımızı hatırlamadığımız vatan borcumuzu ödemeye gitmemizi hızlandırırdı. kırk yılda bir zihnimizi açacak bir laf duyarsak ne saadet, ne fiyakalı ders isimleri altında ne teraneler dinledik. "bizim öğrencimiz sistemli düşünür" gibi süslü bir zırvalık buldular, sınavlarda kurşun kalemi yasakladılar, sonra, bilgisizliğin ve yeteneksizliğin cisimleşmiş hali olan nice hoca, sınavlarda bizden derste yorum olarak ağızlarından ne çıkmışsa aynısını yazmamızı bekledi. biz sonradan öğrendik ki o "yorumlar" zaten kendilerinin değildi, kitaplardan güldesteleyip teksir haline getirilmişti. allah bilir kaç sömestr böyle kuran kursu gibi geldi geçti.

- tanıştırayım, taşaklarım !

çocukken de az çok bilirdik çalışanın üstünü hoş tutması gerektiğini. itin ite, itin kuyruğuna çemkirdiğini. sıra kendisine gelince herkesin altındakini biraz ezdiğini. ah ne saflık ki biz bunları asla açıkça dile getirilmeyen, insanların kendi içinde "ne yapalım mecbur" deyip kabullendiği, hayatın cilvelerinden biri sanırdık. ne yapalım canım, rütbemizi bileceğiz. ama nereden bilebilirdik, insanların pantolonlarının indirip: "işte bunları avuçlayacaksın" diyeceklerini. aksinin, istisnasının olmadığını, insanların bunu en doğal hakları olarak gördüklerini, avuçları nasır tutmuş adamın bundan gocunmayacağını, işimi iyi yapıyorum diyeceğini, nereden bilecektik. birini tanımak için onunla uzun yola falan çıkmaya gerek kalmadı, asistanına sorsan da olurdu, üstünün yanında görsen de. itin kuyruğunu soracak olursanız, hocayla arası iyi olanda, (zaman zaman dekolte pahasına) ders notlarını elinde tutanda burnunu hemen havaya dikti. neye "yok canım o kadar da olmaz" dediysek başımıza geldi. bilim insanlarımız, evde terör estirip, dışarıya dünya tatlısı olan alkolik aile babaları gibilerdi. televizyonda izlemiş olana, kitabından bilene anlatamazdın malını; servet düşmanı olurdun, kıskanç olurdun, bir yapanlar bir de konuşanlar vardır derlerdi sen konuşanlardan olurdun. biz sanıyorduk ki akademisyen adam biraz derindir, rafinedir, az biraz para buldu mu sapıtmaz sonradan görmeler gibi. bir de baktık ki okulun bahçesine, cip üstüne cip birikti.

- size biraz kendimden bahsedeyim. ben matruşka !

bir başka yanılgımız da kendinden fazla bahsetmenin görgüsüzlük olduğuydu. karşısındakini azıcık olsun adam yerine koyduğu için, saygısızlık etmemek için, sağduyu sahibi insan dünyanın kendi etrafında dönmediğini bildiği için, hepsinden vazgeçtim hiç değilse sıkıcı olmamak için durmadan "ben" demezdi. ama her hoca çok ta bir tarafımızdaymış gibi her derse kendisiyle başladı kendisiyle bitirdi. unvan ne kadar büyükse o kadar çok "ben" deme hakkı vardı. "ben" akademisyenlerin apoletlerindeydi. hocasından asistanlarına, üst sınıf öğrencilerinden alt sınıflara bulaştı. gazete olsun, tv olsun, dergi olsun, bütün röportajların şekli nasıl değiştiyse, koca fakülte, dekanından öğrencisine, çirkin bir matruşka gibi birbirinin içine girdi. herkesin bahsettiği tek şey kendisiydi.

- nba' de oynuyor. uzun boylu. zenci !

bir daha asla takmayacağız diye yemin ederek, yakarak atmıştık boynumuzdan kravatlarımızı. kravatın günahı yok, hepimiz hatırlıyoruz nasıl canımızdan bezdirdiklerini. her pazartesi bayrak töreni sonrası çift sıra önlerinden geçiyorduk, sen favorini kes, sen eve git spor ayakkabını değiştir, sen saçlarını bağla diye tıraş ettiler hepimizi. aslında herhangi bir mecaza da gerek yok, neyin peşinde oldukları müfredatlarıyla belgeliydi. derken üniversite zamanı geldi, ak koyun kara koyun ortaya çıktı. herkes orijinal, herkes farklı olmak istedi, normal görünmek ayıp oldu. ama o kadar farklı oldular ki sonunda hepsi birbirine benzedi. "tarif edilebilirlik" gibi akıllara zarar kriterler türedi. (örneğin sizin isminizi bilmeyen ama sima olarak tanıyan biri var. isminiz bir konuşma sırasında geçiyor o da kim olduğunuzu soruyor. üç dört kelimede kim olduğunuzu hatırlatabilirlerse tarif edilebilirsiniz demektir. böyle saçma şeyler üstüne düşünülmedi sanmayın. bu da oldu.) kişi başına düşen converse sayısında rekor kırıldı, kemik gözlük satışları patladı, bilgimize bilgi, entelektüelliğimize entelektüellik kattı. dağınıksan, pasaklıysan, bunları haklı gösterecek bir sakalın; ortalama bir tipe sahipsen yüzünün sıradanlığını yıkacak bir küpen olmalıydı. saçlarını itinayla dağıtmalıydın, eski pantolonların yeni alınmış olmalıydı. ve biz hala hiç değilse akademisyen adam derindir, rafinedir, uğraşmaz bunlarla sandık, ama çoluk çocuk sahibi adamlar ne şekillere girdi. öğrenciye sarkmak da zaten saklanması gereken bir şey değildi. bir de belli gruplar vardı, kendi serbest üniformalarıyla resmi geçitler yaptılar. nurcusunu da, solcusunu da, beş yüz metreden tanımadık mı? tipinden fakülte tahmini oyunları oynamadık mı? saçıyla sakalıyla, kırk türlü kumaş parçasıyla kendimizi parmaklamadık mı?

yazımda kullandığım bazı kelimeler için özür dilemek isterdim. ama en başta söylemiştim: ben tüm terbiyemi tahsilim esnasında kaybettim.