i

yumurta topuklarıyla yüreğime basıp geçendir yaban. kimbilir ne seslere gebeydi de bir sabah kalktı ki inanılmazmış dünyaya, inanılmazmış insana. sabahları bir geceden evvel, bir geceden daha bakire, üryan.
beni sana gammazlayandır üryan, öyle ki senin civa tohumun hep benim saksıma düşüyor, karadenizden bu yana süzülen bir gemi geçiyor, aslı birmanyalı. sen diyorsun ben bozduk aşk-i sözleşmeleri ben diyorum sözleşecek külhanı bulsam, bulasam, bak bir daha da elimi koymam kelime.
sürahiler var susuyorlar köşelerde köşelerde, kadın aklı hep bir mutlu olsak yazılıyor, ama üryansın pek benim nazarcığımda, mutlulupa da bir adım, bir sinüsün bin köşesi kadar.
yaban, gelecek kadar yaban, odanın dağınıklığında göz kırpacak kadar yaban, bir üryan, sabahlara gülerek, bir üryan ki sorma.
ve çeşmeleri bursa'nın bir de ağzını dayayarak içtiğinden, arkadan resmi bir topuk sesi yüreğine basan, o da çok değil de, sanki kabahatlar kanununa yazılmamış yaban.

ii
"bak hele"dir bir tenhalıkta. "yahu cigaran var mı birader"le, "beyefendi işlemizi yapamıyoruz" arası bir terbiye salınımıdır yaban. bilemediğimizdir baskınlığını içimizdeki, başka memleketler değil de bizde hep böyle yan yana ağlaşan çelişkilerden örülü olandır birazcık.
hint filmlerine gülerken sen, benim kara kara düşünmemdir; biliyorsun bir de, koridorlar kısa olmasın, koridorlar kısa olmasın da hüküm uzun olsun mühim değil, yürümek ki cezanın törpüsüdür. yabanına gönül koymak değil benimki inan, kendi yabanımı güler yüzünün bir kuytucuğuna yerleştirmek. eheeey, kimse de kalmamış hatırımız, sana mı dizgin gelir, kınından çekilecek bir kılıç gibi, maşallah.
olmaz gibi anlattılar da olmayacak iş değil, civa da gelir başa, gülün narin kokusu da, tekmili kıyar insan evladına, bak bari kokladığın kalsın sende ki ayırdı afili kalsın, ey maşallah kimin gülleri bunlar, hangi bahçıvan tohumlamış, hangisi budamış. yahu kal buralarda da cezayı birlikte yürümeklerle öldürelim.
ha yok ise bu kadarı bir ahmet kaya resitalisin demektir, ince ince tüten içerilerde, sen yok musun sen, güldük, pek güldük de gönül koymalardan beride sanki yüzyıl uzaktan kokunu alır gibi, çok düşündük. demek kolay olana yaban, külden yanana yaban, gayrı katmerimizde taşıdığımız hörgüce yaban.
"dur be etme"lerden çıktık vardık yamacına, o kadarla kalsa iyi, bıçak gibi bir delikanlı muştusu kahkahaları ile çarpar ki vapurun küpeştesine, yasaklı sigaran çok bir harlı yanar.
yabanında tuz olur çarpar biraz da.

iii
birbuçuk iskenderden bozma bir kıyı kuru ekmektir yaban. göze gelmese dize gelmez, yine de kimlerin gönlünü kırmıştır, yine de kimlerin ahını almıştır, yine de kimler nazar etmiştir de bir badelik ömründe kul acısı bilmiştir.
kıyassız bir kabile şefidir, bakmadan da görürsün, ılıklarında elim gezinirken bildiğim, biraz da sanki lokma tatlısıdır.
demek hangi koyu kahve pardesülü macır tetesi gezinmiş o dağda da toplamış çiçekleri ve bilmez, biz bir kuştan bozmayla dermişiz bursa'nın bu bahar ilk papatyalarını; taç yapmayı öğrenememiş bir gıdım kadınca'az, sakladı sana nispet saçının arkasına.
etmezdi o gözler o kadar acı, girmese günahıma bu uykucuklar. kökü pek içerde bir su ağacı ve sanki kulaklarında biraz yeşil biber kokusuyla inerken dere boyuna pek bir kızan, pek bir kalıcı.
yanıldım, sözüm yok, bilmedim yalnızlığımı, sözüm yok, yanılacağım daha, bilirim nobranlığımı.
sözüm olsun:
kararım okunuyor
en pes sesinden imamın
işporta tezgahlarında civa kokusu:
kusursuz tasarlanmış bir cinayetsin
büyürken gözlerimin derininde
pusuya düşüyor bir militan boynunda
ruhum alev alıyor
kimseler çağırmıyor, kimse yok!

iv
sonra bir gece vaktidir yaban, ayışığı belirmeden; hatta, bak ne anlatıyorum be bırçed, ayışığı daha leyla'nın saçlarında gezinmeden. sonra sonra bir köy girişidir de tarhana kokusu bize varmadığından bilmediğiniz rotasını, köyün köpekleri gezinirken, dizlerinde bir koca kahkaha uyutan. kim dese inanmayız, kimseden sonra gelen, kimimizdir ki varıp yanına halbıhal edek?
sana rastlasa koca düvenler, kocamış dağ esintileri, kocakarılardan sorup sorup bilinmiş kahırlar, sana rastlasa ya kocaman bir dumanı içime çekip çekip üflemediğim cigaraların. sana rastlamaz bizim oranın şafağı, gece vakti bir gıdımlık ayışığı lazımdı çünkü saçlarında sallandırıp kaydırakta hoplatmaya bu kızanı.
sabahlar hiç varılmayacak gibi pusularda, bir kuytuluk yerinde hangi nabızlar kolcudur, hangi yirmilik dişlerden sormalı, kaç gün kaç bin sabır biriktirmeli, hulasa dev bir zifir bulamacıdır, kimbilir hangi kuyuda ölmeli?

v
sabahları bir portakala acısı
bir dolgun
bir tohuma kaçar
uykulu ve temiz, kokusuz
bir afyon tarlası

kabahatlerin büyüğünü işler şeytansız
külhani griden yol tutmuş
kısmet fallarında görünen su kabağı
kaç kocadan hal sormuş sanki ilim irfan dimağı

küfür yakışmıyor ağzıma
bilmesem
andımız hiç
kısmetler de ya kapalı, ya zaten görünmemiş piç.

vi
koştuğum bütün bir ilk gençliğimdin yaban, hep kaybedip hep ortak koşulduğum; sanki biraz daha ince, sanki külden hallice. ve bir gece yarısı sigaramın külünde danseden yosmalardan sayılmasa bahtım, sen o incecik mudanya güneşinde midyelerle kararırdın.
kalk!
kalk!
gece daha böyle tazeyken, dansetmeye iki dirhem bir çekirdek kulluğumuz sayılırken, kalk be güzelim, kalk da parke taşları, gülden oyma bağlamalar kadın görsünler, kimse dokunmadan kam. hey; ne haddine soyumun kirden parlamış ceketleriyle senin şarabına sürünmek! kalk da kendi ellerimle çekeyim üzümü, kimle içersen iç.

vii
kehribardan bozma bir kırlık alnımda, niceden berberlere, losyonlara küsmüşlüğümdür yaban, hem kahredilmiş bir parça çamur kunduramda cehennemin dibinden bulaşmış, tanıma uzak, söylentilere sığ bir lostra düşmanlığımdır da. ki, bak, ne zaman kirpiklerini oynatsa, yamasından utanan bir çocuk aczi kırpınırdı da içimde, bilmem hangi külhanlık dokunur diyemezdim. pek memleketlim, pek bir delikanlılık çağımdı da hasımlarımın katliyle sulanmış bir kara bulut gezinirken ben bir ütülü kendime gelip kulluğuma inanamazdım.
sonra bir gümüş, birden bir fazla kömür elası, kimselere söylemediğimden bin fazla göz, bir de -inanmazsın- ötesi berisi armut kurusu...
bak o kadardan, hepsi hepsi o kadardan vurdum kendimi sana, kim inanmaz mataram bir kuş aklında, bıçağım pek yağız.

yetimliği çakal bir gülümseme etmiş yaban;
kaç orta terklikten artakalan,
kör!
sağır!
dayandığın onca direği sarsıp sarsıp yıkaman-
yazık!
bu düzen oysa değişecek, değişecek bir kapı kapılıp açılmadan, değişecek külü yere düşmeden bebenin elindeki cigaralığın, inan değişecek bir bayan daha aldanmadan.
çok gittin.
sarıdan ince bağımsızlığa yazgılı bir dulluk
kabrinde hangi böceklerin sualleri sıralı çalışmış, ezber etmiş
seherden çok önce...

yaban;
söylemem
dali'den kopmuş fikirlere meyletme korkusundan,
söylesem
geri dönmelerin yazgıdan sayıldığını
sanki bir pastırma kokusu öpmelerimden...

viii
aşıklar kahvesinde bir ikindi saati, biraz cürümünden otlanılmış sigara, biraz, voltada ökçe vurmasıdır yaban.
beş okka efkarla çektiğimiz havayı karan, sonra bir bakmışsın halaya duran, ah be güzelim, onca çocuğun halası sandı kendini, pek bir oyunbaz, pek de kumarbaz sayılan...
bana bunlar bir şey etmezdi; bana bunlar ne söylese, ben bir seni bilirdim, bir kendimi, ama o parkta, o kaydırakta aşağı bıraksaydın tek ki kendini. sen kızanı saldın, saldın ve tutmadın.
yaban; kopçelerinden taşan ısırılası bir beden ve belki çokça kabahat gözlerimden akan.

ix
kefiyesi yaslanmış omzuna pek afili bir tur atmalardır yaban. yandan takılmış fazla tekerlekleri gizleyemeyecek çocuk bedeniyle de hep haykıracak o altındakinin cross motoru olduğunu.
sarısı olsa tam olacak bir kızıl bahçe içinde gezdi de bilemedi tırnaklarının hangi yaraları kanırttığını, ebemden içeri bir küfür, bir küfür de tosundan okuyana, ama mağrur, mağrur yaylası kadar kozan'ın. ve akmadığı bir havza kalsa ağlar oturup, pek içli, pek dertli, söylemediğini de bilir.
yıldırımdan bozma fenerler söyler şaraplı türküleri, pek bir köylü, pek bir gezmeli.
son bak: kız sen istanbulun neresindensin, bize bir adres pusulası çiziktirsen o dakka yanındaydık hem de!

x
deniz otobüsünün ön tarafına koşulan bir yolculuk sonudur yaban, hem hiç varılmaz gibidir kayalıklara, kimileyin mudanya rüzgarında derin ah çekmektir. ama hiç görünmemiştir de attila ilhan'ın trenlerinde. geriye kalanı boşlamayı bilecek kadar uzman, sizi ağlatacak kadar romantik ve küpesine dünyayı asmış bir kalpazanın korsan kitabıdır.
arasan, hangi hendekte ve ne zaman, kimin koynunda sabahlayan dulları kazancakis'in, dudaklarında yangın, enkazlarında ince ince yasemin kokuları, birazcık da namuslu. yasemin, yirmiikisinde gencecik güzel bir kızdı ya koynuna aldığında, şimdi kimbilir nerede koşturuyor ve sevmezdi de hiç dedikoduyu, kimbilir kiminle şimdi, hangi haritaları çekiştiriyor.
yıllar, hoyratlıkları kadar vaadkar, sanki az ciğerli pilav ve ağlatacak kadar kimileyin senden yana!
hiç benzemiyor deniz otobüsleri ikinci yeni trenlerine, nazilli de kokmuyor bildiğim kadarıyla, ama tıpkısı sonbahar otellerindeki uykular ve hiçbir şey dediğimiz pek gerçek.
yaban, hiçbir şeyimizdir, hep öyle kalacak!

xi
züğürtlüğünü saklamış sırtındaki döşeğe, koşa koşa bir hal olmuş yozgatlı'nın haydarpaşa neşesidir yaban. kolları arkadan bağlı olmasa daha fena işlere karışacak, pek bıçkın, pek de hor görülmüştür. koğuşta yumurta topuklu delikanlı, münferitte aşık bir sessizlik. bir küfrün ahengiyle kurduğunuz saatler misal, sabah hangi cığırtıdan seslenirse içinize, o tonda bir eyvallahsızlık yaban...

yaban zorba'nın son yanılmasıdır, ama bilmem mi hep yanılır, hep gezinir, demek şimdiden not düşüle: sondan bir önceki de olabilir.

yaban: sadece başı ve sonu olan, sanki hiç yaşanmamış gibi kalmayı başarmış, başından sonun gayrısını bilmediğimiz yitik öykümüz. bu kadar.