aşk, tarih boyunca bilimin, felsefenin ve en çok da edebiyatın başlıca ilgi alanlarından birisi olmuştur. pek çok filozof aşkı tanımlamaya çalışmış, pek çok edebiyatçı ideal aşk portreleri çizmiştir. aşk kavramına gösterilen bu aşırı ilgi kavramın açıklanmasını sağlamamış, aksine gittikçe nesnellikten daha fazla uzaklaşan, idealize edilmiş bir aşk miti doğurmuştur. bu yazımda, aşk hakkında birkaç şey söyleme cürretini göstermek istiyorum. bu konuda o kadar fazla, o kadar gereksiz söz söylenmiş ki, bir kişi daha bu kervana eklense bir şey değişmez diye düşünüyorum.

ideal aşk kavramı ile başlayalım. benim, sürekli birileri tarafından görüldüğü iddia edilen, ama görenleri görmenin bile güç olduğu van gölü canavarına benzettiğim ideal aşk. edebiyatçıların ve romantiklerin zihinleri dışında, nesnel gerçeklikte bir türlü karşılaşılmayan ideal aşk. 20. yüzyıl romantikleri, ''artık 19. yy.'daki gibi aşklar yok.'' diye şikayet ediyorlardı. aynı yakınmayı 19, yy. romantiklerinden de duymak oldukça ilginçtir. daha ilginci ise, 18. yy.da da insanların bir önceki yüzyıl aşklarına özlem duymuş olmalarıdır. işin açıkcası, romanlarda ve filmlerde anlatıldığı gibi kusursuz , idealize edilmiş, sıcacık bir aşk nesnel gerçeklikte mevcut değildir. insan, oldum olası kusursuzu/mükemmeli hayal etmeyi sevmiştir. kusursuz bir varlık olan tanrı, mükemmel bir insan olan herkül, ideal bir evren olan cennet bu olgunun başlıca örnekleridir. hatta insan hayal etmekle kalmamış, tanrı ve cennet örneklerinin gösterdiği gibi kendi yarattığı kavramlara inanmıştır. kusursuz aşk da bu örneklerle aynı mantığın ürünüdür. (sizin zaten, büyük ihtimalle tecrübelerinizle farkettiğiniz bir konu üzerinde bu kadar durduğum için özür dilerim)

şimdi aşkın tanımına geçebiliriz. ideal aşkı reddettik belki, ama bu aşk kavramını da reddettiğimiz anlamına gelmez, değil mi? aşkın tek bir tanımı yapılamaz, çünkü o tek bir şey değildir. daha doğrusu, aşk adı ile adlandırılan ve şeklen birbirine benzeyen birden fazla olgu vardır. bu güne kadar yapılmış bütün tanımlar, bu olgulardan birini temel alırken diğerlerini görmezden gelmiş ve eksik kalmıştır. gelin bu olguları tek tek incelemeye çalışalım.

(aşağıdaki kavramlar yazar tarafından yaratılmış/uydurulmuştur. daha önce duymamış olmanız sizin suçunuz değil. çünkü ben de az önce öğrendim.)

1)hayvani aşk:
bildiğiniz gibi, organizmanın iki temel amacı vardır. 1: mümkün olduğu kadar uzun yaşamak; 2: genlerini gelecek nesillere aktarmak. hayvanlar, çiftleşme dönemlerinde, ikinci maddenin gereğini yerine getirebilmek için hormonlarının da etkisi ile harekete geçerler. genlerini gelecek nesillere aktarmak için ideal bir dişi bulurlar, bu dişi için diğer erkeklerle, gerekirse, ölümcül kavgalar ederler. bu hayvanlar ormanların ferhatları, mecnunlarıdır. onları güdüleyen hormonları ise, aşkın en ilkel şekli.

insan evrimini baz alırsak, o ilkel ama hayati öneme sahip güdülenme mekanizmasına önceleri bizim de sahip olduğumuz iddiasında bulunabiliriz. apandist, bademcik gibi evrim sonucunda artık ihtiyacımız kalmayan organları bile taşımaya devam ediyorsak, o hayvani duygunun da hala içimizde bir yerlerde olduğunu varsaymamız hiç de yanlış olmaz. hayvani aşkı reddedersek, insanın aşk yüzünden hayvanlaşmasını başka nasıl açıklayabiliriz ki.

hayvani aşk, bireyin karşı cinse duyduğu cinsel isteğin bastırılması/sevgi ile karıştırılması olarak da tanımlanabilir. italyan bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, maksimum onsekiz ay sürüyormuş. (italyan, isviçreli, amerikalı bilim adamları... yahu kardeşim bir de şu adamların ismini söyleyin. yazık adamlara o kadar araştırma yapıyorlar.)

2) hayat arkadaşlığı:

insan, doğa karşısında sürekli bir çaresizlik/korku içindedir. sınırsız genişlikteki bir evrende tek başınadır, ve bu insanın katlanılmaz bir acı duymasına yol açar. birey, yalnızlığını gidermek için sürekli bir gruba dahil olmaya çalışır, arkadaşlar edinir. ama nihayetinde, arkadaşlar da sizinle bir yere kadar gelir. yalnızlığınızı bir yere kadar paylaşır. birey bunun farkındadır. bu farkındalık, bireyi arkadaşlıktan daha öte ilişkiler kurmaya iter. (sevgililik, hayat arkadaşlığı, evlilik... adını siz koyun.) bir araya gelen iki insan, hayatlarını birleştirir. bu birleşme sadece mecazi anlamda değildir. artık, farklı bedenlerde yaşayan ama aynı hayatı süren iki kişi olmuşlardır. tüketim araçları, idealleri, istekleri, hatta zevkleri bile ortaklaşır bir süre sonra. bu durum, insanın yalnız olduğu gerçeğini değiştirmese de, bu gerçeği bireyin unutmasına ya da daha katlanılır bulmasına yol açar.

farketti iseniz, bir araya gelen iki insan dedim; bir araya gelen karşı cinsten iki insan demedim. bu arkadaşlığın temelinde cinsellik yatmadığı, cinsellik daha çok bu birlikteliğin devamı olduğu için bireyler hemcinsleri ile de hayat arkadaşlığı kurabilirler. eşcinselliğe karşı herhangi bir ön yargının olmadığı antik yunan, bu tezimin örnekleri ile doludur. (akhileus ve partoklosun arkadaş değil de sevgili olduklarını kaçımız bilir.)

3) ütopik aşk:

yukarıda, insanın idealleştirme eğiliminden kısaca bahsetmiştim. şimdi işleyeceğimiz aşk türünde de, bir idealleştirme söz konusudur. edebiyatçıların ve senaristlerin kusursuz aşk hikayelerinden etkilenen birey, hayallerindeki gibi bir aşk yaşamak için eyleme geçer. öncelikle karşı cinsten birisi seçilir. bu seçimde güzellik/yakışıklılık birinci dereceden rol oynar. daha sonra bu seçilen kişiye, roman ve filmlerdeki esas kadın/erkek karakterin sentezlenmesi ile yaratılmış kişilik yüklenir. sıra aşık olmaya gelmiştir ki, bu aşamada pek zorluk yaşanmaz. birey, hayalle gerçek arasındaki bütün sınırları kaldırdığı için, nesnel gerçeklikteki sevgili ile hayalindeki arasında ki farkı alglayamaz hale gelir. ancak idealar aleminde ya da cennette karşılaşılabilecek bir sevgili, ete kemiğe bürünmüş halde karşısında durmaktadır bireyin.

bu tür aşkta, nesnel gerçeklikteki sevgili değil de zihinde yaratılan karakter önemli olduğu için, aşklar şiddetli ama kısa süreli olur. hayale duyulan aşk ise, hiçbir zaman sönmez; hep oralarda bir yerlerde saklı kalır.
tümünü göster