istanbul un hangi yönünü seviyorsun diye sorarsanız, benim kültür ve edebiyat yönünden gelişmemdeki katkısına değinmeden edemem sevgili dostlarım. öyle bir şehirki burası, işe yahut yakın mesafede olmayan bir mekana giderken almanız gereken yol boyunca okuduğunuz kitaplarla yeni bir ülke kurmak için adımlar atabilir, rus edebiyatının magazinel boyutlarda inceleyebilir, fransız edebiyatının altını üstüne getirip içerisine biraz da alman edebiyatını katıp görsel olarakta yeraltı ve de psikolojik tarzda birşeyler ekleyip tam donanımlı bir edebiyat düşkünü olabilirsiniz. ulaşım için günlük harcadığı süre 2 saati aşan bir bünye için bunları gerçekleştirmek, pek güç değildir. yeter ki azim olsun kişimizde.

okurum, sağlam bir kitap okuruyum. fırsat bulduğum her yerde okumaya çalışırım, bu yüzdendir ki yanımda her daim hazırdan iki kitap ve herhangi bir terso duruma karşı da(neyse bu artık) yedek bir kitap hazır tutarım. işe gidip gelirken, bir yerlere giderken, toplu taşımada vakit geçirmenin en sevdiğim yöntemidir. diğeri içinse lütfen bakınız; (bkz: uyumak)

geçenlerde bir akşam işimden evime dönen kitap okuyan sakin vatandaşı oynuyorum trende. okuduğum kitap ise birazcık yoğunlaşmayı gerektiren türden birşey, siyasi bir kitap. bir noktasını kaçırdığın an bütünü anlamakta güçlük çekiyorsun, öyle bir şey. her akşam iş çıkışında aynı saatte gelen banliyölü trenin aynı vagonunun aynı koltuğuna oturup (tamamen alışkanlık) kitabımı açtım ve okumaya koyuldum. o akşamda bir takımımızın bir yabancı takımla mücadelesi var idi. trene benim bindiğim duraktan sonraki duraklardan birinde binen bir amcamız, elinde kullanmayı yeni öğrendiğini düşündüğüm cep telefonuyla hemen çaprazımdaki koltuğa kuruldu. telefona kulaklık takmış lakin ses kulaklıkla beraber dışarıda veriliyordu cep telefonu tarafından. bir süre bu gürültüye katlandım, amcamın heyecanlı dinleyiş şekli sevimli dahi gelmişti. ancak maç bittikten sonra ceptelefonunu cebine koyup cebinden çıkardığı sakızı görünce o akşamın benim için pek iyi geçmeyeceğini anlamam pek uzun sürmedi.. bu esnada kitap okuyamayacağımı anlayıp kitabı çantama koydum ve daha az dikkat gerektiren bir mizah dergisi çıkartıp onu okumaya başladım. diyorum ya, başıma gelecekleri biliyorum..

amcamız sakızı bir çiğnemeye başladı, aklınız durur, benim şahsen durdu orada. amca dediğimden de anlayacağınız üzere, amca denilebilecek bir yaştaydı kendisi. eminim o an sakız çiğneşinden dolayı oluşan sesi kaydedip amcaya dinletsek, sinir krizi geçirir, kayıt cihazını yere fırlatır, parçalanmadığını görürse eğer, üstüne çıkar tepinir ve tam bir sinirsel boşalmanın ardından sakinleşirdi. o kadar diyorum! neye uğradığımı şaşırmış bir vaziyette, gözüne far tutulmuş tavşan gibi sadece amcaya bakakaldım. 20 dakika boyunca derginin aynı sayfana baktım, trenin çıkardığı gürültüyü bastırabilen bu sakız işkencesini zihnimden uzaklaştıramıyordum çünkü. amcayla bi göz göze gelebilsek bakışlarımla neler anlatacağım ama direkt göz teması kuramıyorum bir türlü. ee diyeceksiniz ki niye uyarmadın kendisini. duruşu ve hareketleri itibariyle laftan pek anlayabilecek bir kişilik gözlemleyemediğim için (oha önyargıya bak) ya da tamamen özgüven eksikliğinden (hadi itiraf edeyim bunu) bir ikazda bulun(a)madım kendisine. ineceğim durağa kadar bu eziyeti yaşadım. trenin kapısından nasıl atladığımı ise anlatmak istemiyorum.

sakız çiğnerim ben de, acaba ben de böyle etrafıma rahatsızlık veriyor muyum yahu? sakızı kim icat etmiş acaba, bak merak ettim. bi araştırayım, gece gece uykumu kaçırdı, kulaklarımda yankılanıyor amcanın dişleri arasında ezilen macunun sesi.

sakızdan tiksiniyor insan. amcayı kınıyorum buradan.