sweet sixteen
bir (bkz: ken loach) filmidir. izlediğim diğer filmlerinde de olduğu gibi bu filminde de yalın bir anlatımla çok etkileyici bir hikayeyi bizlere sunar loach. belki de yönetmenliğin veya en azından loach'un yönetmenliğinin en gizemli sırrı budur. sanki film kendi kendine yönetilmiştir, loach sadece film setinin yanından geçen biri olmuştur hep. ancak çok belli olmayan (ingilizcesi , (bkz: discrete) türkçe'de tam karşılığının olmadığını düşündüğüm bir kelime) sahnelerde, senaryodaki diyaloglarda (gerçi çoğu filminin senaryosunu paul laverty yazmış) gizlidir loach'un mesajları, yansıtmak istedikleri ve bunlar normalde çoğu zaman gözümüze çarpmaz. yani loach'un filmleri herkese hitap eder, ırk, dil, din, sınıf ve zeka ayırt etmeksizin. hatta filmlerine de hep bu eşitsizlikleri taşır, belki de kadere inandığının bir göstergesi olarak dünyanın böyle olduğunu göstermek için belki de insanlığı bu tür sorunlara karşı uyandırmak için. belki de bu yüzden filmlerinde bu kadar ince dokunuşlar vardır, karşımıza bir hikaye koyup düşünmemizi sağlamak için. karakterleri çok sağlam çizilmiştir ve bu yüzden oyunculara büyük işler düşmektedir; onlardan en iyi verimi almak da tabii ki loach'a. sweet sixteen'de de martin compston hakikaten izleyenleri büyülüyor.

(spoiler: filmin konusu 16. yaş gününe az zaman kala annesi hapishanede olan bi çocuğun annesine duyduğu özlem olarak değerlendirirsek yanlış bir giriş yapmış olmayız sanırım. öyle 15 yaşında olduğuna bakmamak lazım, bu çocuk sigara satmaktan annesine hapishaneden çıktığında sürpriz yapabilmek için uyuşturucu satmaya ve hatta en iyi arkadaşını öldürmeye kadar büyütüyor olayı. zannedersem ki filmde de loach'un anlatmak istediği kısacası bu. normalde çocuk yaşta sayılabilecek bi çocuğun haddinden büyük işlere kalkabilmesinin belki de tek nedeni olabilecek hayatındaki sevgi eksikliğini vurgulamaya çalışıyor. yani her ne yapsa da o hala bir çocuk ve sevilmeye, şefkate ihtiyacı var hayallerinin yanısıra. özellikle filmin ilk sahnesinde hayallerle ilgili izleyicilere çok önemli bir ipucu veriliyor. liam-ana karakterimiz- kendisinden küçük çocuklara teleskopla yıldızları izletirken, diğer yandan da bu sayede parasını kazanmaya bakıyor. yani bir nevi şu anda bizden "büyüklerin" bize yaptığı gibi. bir nevi dünyanın "çark"ının böyle döndüğünü anlatmaya çalışıyor sanki loach diğer bir yandan da bize her zaman ümidini taşıyacağını gösterirken. ancak liam'ın gafı teleskoptan bakarken gerçekten de baktığı yerlere gidebileceğini düşünmesi oluyor ne yazık ki. yani yaşının kaldıramayacağı yüklerin altına girmesi onu intihara kadar sürüklüyor. onu çok seven ablası ve hoşlandığı ablasının güzel arkadaşı suzanne'ı terkedecek kadar. annesiyse liam ve ablasından daha güçsüz bir karakterde ne yazık ki. filmin tek eksik yanının liam'ın annesiyle ilgili çok bilgi verilmeyişi olabilir. yine de sweet sixteen gerek hikayesi, oyunculukları, iskoçya'nın güzelim ve yeşil dağ bayırları olsun izlenilesi hatta izlenmesi gereken bir film. )