galatasaray lisesi'nin köşesinden aşağıya doğru inerken sağda bir barın adı. benim kişisel tarihim itibariyle bildiğim, en az on yıldır da orada.

o cadde henüz bu kadar popüler değilken giderdik oraya. henüz cezayir sokağı (ya da fransız sokağı, oraya ne ad verdiğiniz çok önemli, buradan karakter tahlili yapıyor beyoğlu enteljansiyası ne de olsa) keşfedilmemiş. garajistanbul gerçekten garaj. caddeye girenlerin çok büyük bir kısmı, caddenin üst kısmındaki kırtasiye ve goethe enstitüsü'nde kayıplara karışıyor. süzgeçten geçen bir kaç kişinin aşağıya doğru yürüdüğü tek bir adres var: kırkbeşlik...

üniversite ikinci sınıfta, ucuz sulu bira için gittiğimiz bir yerdi kırkbeşlik. hiç dinlemediğim halde, rock müzik çalınan bu bara hemen her akşam giderdik. bara ilk girişimi hiç unutmam; evinden yeni yeni bağımsızlık kazanan bir yeniyetme olarak dışarı çıkıyorum. içimde hafif bir tedirginlik var doğal olarak. bardan içeri giriyoruz ve kapkaranlık bir yerle karşılaşıyorum. içeride tuğladan duvarlar, yüzü siyaha boyalı gotik kızlar, uzun saçlı küpeli adamlar...bir amerikan filminde hissetmiştim kendimi, barın bir yerinde direğe sarılıp striptiz yapan bir kız, başka bir köşesinde bilardo oynayan kovboy şapkalı adamlar, girişinde harley davidsonlar beklemiştim...yoktu tabii ki, salaş, leş bir mekandı...ucuz bira vardı ve kızlarla iletişime geçilebiliyordu. okulda erkek arkadaşlarımızdan dinlediğimiz kırkbeşlik'e ait kahramanlık hikayelerinin haddi hesabı yoktu. yoktu da bizim payımıza yine hep sap sapa oturmak düşüyordu her ne hikmetse. biz yine de dert etmiyor ve ucuz bira içip gülüp eğleneceğimiz bu yere gidiyorduk. gecenin bir yarısı çalan orhan gencebay'la coşan 'rakçıları' izleyip gözlem yapıyordum kendimce.

yıllar ilerledikçe daha az gider olduk oraya. hem daha düzgün ucuz bira mekanları bulmuş hem de gelir seviyemi göreceli olarak yükseltmiştim. dördüncü sınıfta misal, hiç gitmemişimdir kanımca. okul bittikten sonra hele yalnızca bir kere gitmiştim. nostalji yapayım ve "vay anasını lan, nereye geliyormuşuz" diyeyim diye...

derken bir gün...

geçtiğimiz cuma günü arkadaşım aradı, "kırkbeşlikteyiz gel" dedi. "bildiğimiz kırkbeşlik mi?" sorusuna verdiği yanıt merakımı perçinledi. "evet evet, ama müzikler değişmiş, nostaljik türkçe pop çalıyor" (şimdi yalan olmasın, çocuk böyle bir cümle kurmadı. böyle bir müzik türünü de ben uydurdum. ama anlatmak istediğim şarkıları en iyi ifade eden sözcükler olarak bunları seçtim. anladınız mı, anladınız, o zaman devam ediyorum). kırkbeşlik? türkçe pop? tuhaf...

değil.

çünkü sonra konuşunca hatırladım. ıssız adam filminde bora'nın şarkı söylediği yerin de adı kırkbeşlikti. acaba aynı yer olabilir miydi? iyice meraklanarak gittik mekana. galatasaray lisesi'nin köşesinden aşağı inerken sağda. ama inenlerin, çıkanların sayısı artmıştı caddede. içeri girdiğimde....

içeri girmeden başlamıştı aslında tuhaflık. çünkü girişinde camlı bir bölme vardı dışarı bakan. birkaç iyi giyimli kız oturmuş birşeyler içiyorlardı. aydınlıktı mekan her şeyden önce. günümüzün popüler kültür gençleriyle doluydu içerisi. evet aynı mekanın ruhu değişmişti. sahibinin sesi diye bir mekan vardı, severdik. onda da yaşamıştım bu duyguyu, el değiştirmiş ve tuhaf bir yere dönüşmüştü orası da. kızlı erkekli gruplar "bim bam bom çatlasın düşmanlar" diye birbirlerine sarılarak zıplıyorlardı. daha bir kaç sene evvel ellerini çapraz tutarak, sanki bagetle bateriye vuruyormuş gibi yapıp "darkness, imprisoning mee" diye bağıran uzun saçlı çocuğun olduğu yerde hem de. evet, kırkbeşlik değişmişti. (sulu ve ucuz biraları hariç)

mekanlar kimindir? sahiplerinin mi? yoksa oraya anılarını katanların mı? masallar kimindir? anlatanın mı, dinleyenin mi? sanki anılarımdan biri daha silinmiş gibi hissettim, gitmişti işte. ben kırkbeşlik'e gitmesem de, onun orada eskisi gibi olduğunu bilmenin yarattığı o mutluluğu, güveni, huzuru kaybetmiştim. belki yaşlandığım için muhafazakarlaşıyor, stabil bir hayatı tercih eder hale geliyorumdur. belki hayatın dinamik yapısına ayak uyduramıyorumdur. ama bazı şeylerin de aynı kalması gerektiğine inanıyorum hala nedense. istanbul'a ilk taşındığımız mahalleye yıllar sonra gittiğimde, top oynadığımız arazinin üstünde gördüğüm bina ya da içinde köşe kapmaca oynadığımız 'kırık inşaat'ın onarılıp içinde insanların yaşadığı bir yere dönüştürülmesi de burkmuştu aynı derecede içimi. geçmişim kirlenmişti sanki. benim anılarımla oynamışlardı, duygularımla. erol evgin "ah bu hayat çekilmez"i turkcell için söylediğinde kirlendi dünya iyiden iyiye. edilgen olanın rolünü umursamıyordu kimse. etken olanlar, hayatla istedikleri gibi oynuyorlardı. belki de hayatın bu dinamizmine olan isyanım, benim hep edilgen tarafta olmamla ilgilidir, bilmiyorum.

istiklal caddesi'nde yürüdüğümde, "aa şurada bir kitapçı vardı, aaa şu kafe kapatılmış"ları daha çok söyler oldum son zamanlarda. starbuckslar, adidaslar kapladı her yeri. büyük "kapitalist" şirketler, kahraman süpermarketlere karşı. galip olan belli zaten. chelsea karşısındaki mersin idman yurdu kadar şansı var onların bu müsabakada. kaybedecekler. ama kaybedenlerin tarihini de hafızalarımız tutsun istiyor bu beden. hafızalarımıza dokunmasalar keşke. tüketim toplumu, anılarımı tüketmese...

mekanlar gelip geçecek, şarkılar gelip geçecek...hayat kalacak......suya yazıyorum bazen sanki...kırkbeşlik birasına katık olsun diye...