neden biliyor musun sorusunu çokca söyleriz ve sonra da açıklamalara gark ederiz. anlaşılma ümidiyle anlatmaya başlarız. şöyleyken şöyle böyleyken böyle falan da filan da filanda...

ama çoğu vakit anlaşılmayız. daha sonra boş veririz anlatmaya. hatta oğuz atay'ın günlüklerinde şu yazıyı canı gönülden terennüm ederiz;

'selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. bu defteri bugün satın aldım. artık sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. canım insanlar! sonunda, bana, bunu da yaptınız.'

elbette bu emsaldir. bunun dışa vurumlar çok farklı boyutlarda olabilir ama enninde sonunda aynı hakikate parmak basmıyor mu? anlaşılma ümidinin yok olması ve içe kapanışa...

benim değinmek istediğim nokta şu herşeyimizi o kadar canı gönülden karmakarışık yapıyoruz ki artık dururuluk lüks olmaktadır.

en basit kelamları bile teleffuz ederken ederken aman yalnış birşey söylemiyelim diye sarf ediyoruz. hatta bazı vakitler yanlış anlaşılmamak için - ki bu anlaşılmamaktan daha berbattır- susuyoruz. düsünürken bile düsüncelerimizi on parçaya bölsek bir parçası hikmetse dokuz parçası korkaklık olan katranlı cukurlara gark oluyoruz.

şüphe yok ki bilinmeyen denklemlerde raks ediyoruz. mesela gündelik hayatta esasen bir mesele olmayacak olan olgular basımıza mesele olarak tebelleş oluyor.

a noktasindan b noktasina gitmek istediğimiz -özellikle istanbul'da- sanki müttefik ordularının normandiya cikartmasiymış gibi bir karmasaya gark oluyoruz.

neden niçin korktugumuz seylerden korkuyoruz. fakirlikten korkuyoruz yemiyoruz içmiyoruz biriktirip belki de ulasamayacağimiz menzil olan ihtiyarlık için gençliğimizi heba ediyoruz.

aman millete ayip olmasin, aman yanlış anlarlar aman söyle böyle diye içimizden gelenleri yapmayip diplomatcasina davraniyoruz.

köprüyü gecene kadar ayiya dayi demek her daim ögretildi bize. ama su ögretilmedi; ayiya dayi diye diye ayilar dayi oldu basimiza.

dayi mevzuatina hiç girmeyeceğim zaten ama giriyorum. eskiden cezayir ve havalisinde dayi denilen valiler varmış. bu kişiler korsanlık yapar milletin agzina salıncak kurarlarmiş. hele ki ellerine düsen kefere eğer fidye ödeyecek durumu yoksa sittin sene forsalik yapar bir mum gibi eriyip gidermiş. köle olarak satilanlar hiç olmazsa biraz sanslı insanlarmiş. hiç olmazsa çelebi bir adama satilip kurtulma ümitleri varmiş. sehr-i istanbul'da binsekizyüzlerin ortasina kadar köle pazari oldugunu biliyor musunuz? hele ki bu sehir pazarinin 1847 senesinde sultan abdülmecid fermanı ile dağiltildiğini. ama el altindan yine sürdürülüyormuş. 1908 komple ortadan kaldirilmiş.

daha bunun gibi bir cok seyler var. istanbul'da kadinlar pazari denilen bir yer var. tam unkapaninda itfaiyenin ordan girince karsiniza cikar. son zamnalrda toparlamiş gayet güzel yapmişlar. fakat şaka gibi birşey var ki bilaç için bir tane kadin esnaf yok. hatta bu pazarda alışveriş yapan kadin sayisi erkeklerden çok çok az.

bundan 6-7 sene önce samsuna gittiğimde de böyle şaka gibi bir olaya şahit olmuştum. samsunda rus pazari vardir. giriş ücretlidir. alınan ücretler samsun sporun menfaati için kullanilir. sadece bir tezgah sahibi rus idi gerisi silme halis muhlis turkiye cumhuriyeti vatandaşı. acaba durum nasildir şimdi bilemiycem ama bunun bambaşka versiyonu istanbul'un mercan yokusunda bulunan polonya pazarinda vucuda gelmektedir. bildiğiniz üzere hirdavat kaçak sigara içki merkezi olan bu yerde polonyalı tezgah sahibi yoktur.

neden biliyor musunuz? bende bilmiyorum. ama bilmediğim için önemsizdir diyemem. zaten şu ipini koparmiş dörtnla giden dünyada o önemsizdir bu önemsizdir diye diye birşey bırakmadık ki.

bunun yerine ise dolar ne oldu petrol ne oldu abd çin'e ne dedi. çin abd'ye, chp akp arasinda dans ne oldu, hakemin maçı 2 dakika 45 saniye uzatmasina sudan devleti vezir-i azamı niye kaşını kaldırmasıyla mısır-özbekistan ilişkileri zedenir mi, falan filan filanla doldurmaya çalışıyoruz. hele ki her sabah ister muhalefet yayın organı olsun isterse iktidar yayın organi olsun borazanciliği yapan hakikatleri istedikleri yöne goebbels'e taş cıkartacak sekilde eğip büken seslere zorunlu müptela olduk ki bunlar olmadiği vakit sanki hiç yasamamiş gibi hissedeceğiz kendimizi. sanki hiç varolmamiş gibi. büyük bir mazoizm ile en temel umreleri bir kenara bırakip duru olmasi gereken seleri karmasiklastiriyoruz. derinlemesine incelemiz gereken seyleri ise siğlastiriyoruz. bunlari ne yazık ki sanki meziyetmiş gibi büyük bir insafsizlikla yapiyoruz.

bu insafsizliklarimiz ise bizi dolap beygiri hababam kendi eksenizde döndürüyor. sanki kuyruguna mandal sıkıstırılmış bir kedi gibi. ama aslında madal falan da yok sadece mandal olduguna inanmamiz isteniyor. gerci kendimizi her konuda oldugu gibi kaziklamaya bayıldıgımızdan biz ayila ayila bayila gönüllü oluyoruz. hatta where is the my mandal diyip kendimize cansıkıntısından mandallar icat ediyoruz.

edelim bakalım edelim ama bari zeytin suyuna kuru ekmek bu böyle gelmiş böyle gidecek demeyelim....