düştük. toplum olarak düştük hem de. elimizden tutup kaldırmak isteyen de olmadı çünkü ayakta olanlar da zar zor durabiliyorlardı. ellerini uzatsaydılar eğer, onlar da yere yuvarlanacaklardı. böylece düştük ve düştüğümüz yerde öylece kaldık. ama kalkmak imkansız değildi, sadece zordu. tembelliğimiz "keşke imkansız olsaydı." dedirtti bize; en azından başka bir seçeneğimiz kalmamış olurdu, zor olanla uğraşmak zorunda kalmazdık - ki zaten uğraşmadık. çünkü zor olanın yolu "düşünmekten" geçiyordu ve düşünmek, bira parası için çalışmakla olmuyordu. düşünmek, madde olarak değil zihin olarak varolmakla oluyordu.

eğer bir insanı bir ayıdan ayıran şeyin düşünsel aktiviteler olduğunu kabul ediyorsak -ki göründüğü üzere ayı olmaya yatkın insanların da dahil olduğu çok büyük bir kitle bu konuda hemfikir- düşünsel etkinliğin en üstün etkinlik olduğunu da kabul etmekten başka çaremiz kalmaz. karnımızı doyurmak adına bir ayı gibi çocuğumuzu yemiyorsak, bunun nedeni eylemin acımasızlığının ve sorumluluklarımızın bilincinde olmamızdır. hatta insanın varoluşundan bu yana süregelen bu bilinç o derece içselleşmiştir ki, böyle bir hareket karşısında sadece mantığımız değil, duygularımız da altüst olur. o halde tekrarlamak gerekirse, madem insanın sahip olabileceği en üstün şey akıldır, onun biricik çocuğu olan düşünce de en üstün üründür. bu ürünü verebilmenin yolu da en üstün aktivite olan düşünmekten geçer.

düşünmek sadece en üstün değil en kolay aktivitedir de. onu zorlaştıran, düşünülen şeyin niteliğidir. kafasını dolduracak kadar çok ve nitelikli şeyler düşünmüş insanın beyni, pimi çekilmiş bir el bombası gibidir. el bombasının pimi çekildiğinde, insanın kişisel ilgi alanları ve becerileri devreye girer. ınsan düşüncesini edebi metinlerle, resimlerle, fotoğraflarla ya da müzikle anlatabilir. bu seçimi doğru yapabilme konusunda insanın kendini tanıması oldukça etkili bir faktördür. ancak kendini tanımaktan daha çok etkili olan bir şey vardır; o da kader dediğimiz şey yani hayatın insana sunduklarıdır. piyano, gitar, keman vs. gibi müzik aletleri almak için parası olmayan hatta onlara dokunacak imkanı dahi olmayan biri, buna becerisi ve ilgisi olsa bile, kendini ifade etmek için müziği tercih edemeyecektir. bu da onu, dilediği her an ulaşabileceği kağıt ve kalemden başka bir şeye gereksinimi olmayan bir sanat dalını, örneğin şiiri seçmeye yönlendirecek ve bu konuda kendini geliştirmek için uğraşmaya itecektir. eğer nitelikli düşüncelerle dolmuş bir zihni varsa, zaten kendini geliştirmek için çok şey yapmasına gerek kalmadan düşünceleri ona akmak istedikleri yolu gösterecektir.
kaderin insanın ayakları altına kırmızı halı serdiği zamanlar da olur. ulaşabileceği her ifade yöntemini seçme imkanını ona sunar; ama her şey mükemmel olsa bile insanın bu konuda büyük bir sınırı vardır. dünya üzerindeki hiçbir dil, (latince bu konuda sınırları aşmaya en yakın dil olmuştur) hiçbir sembol, hiçbir renk, hiçbir nota, kısacası hiçbir ifade yöntemi, akıl kadar etkili ve güçlü değildir. ama yine de yapılabileceğin en fazlasını yapmak, ifade yöntemlerini en üst seviyede kullanmak gerekir.

eski zamanlarda, yani insanoğlu henüz rahatça ayakta durabilirken, insanlar pek çok alanda birden uzmanlaşıyorlardı; ancak düşüş gerçekleştikten sonra, hayatımızı doldurduğu için dolu sandığımız boş şeylerle uğraştık ve tek bir konudan bile tam anlamaz olduk. örneğin eskiden bir mimar aynı zamanda bir mühendis, fizikçi ve matematikçiydi; hatta bunların yanı sıra ressam ve heykeltıraştı. oysa şimdi, düşen insanlık, oturduğu yerden kımıldamamaya o kadar alıştı ki her şeyi dallara ayırdı. bir binayı yaparken 40 kişilik bir ekip birlikte çalışmaya başladı; biri binanın tasarımını yaparken, diğeri taşıyıcı sistemini ayarlıyor, öteki tesisatın geçeceği yerleri belirliyor, bir diğeri aydınlatma sistemini düzenliyor falan filan. bu sırada binaların karmaşıklaştığı gerçeğini de yadsımıyorum tabii ki ama basit binaların yapımında bile "arkadaşlar, bunlar sizlerin görevi değil, bunlar inşaat mühendislerinin görevi!" diye kıçını yırtan "eğitimci"leri yakından tanımak, bu dallanmanın her yeri ele geçirmeye başladığının bir göstergesi.

peki, düşen insanlık gerçekten de sorumluluklarını en aza indirmek için uğraşmaktan başka hiçbir şey yapmıyor mu? eh, bir şeyler yapıyor galiba. keyif yaparken bir yandan da önündeki kitap yığınını eşeliyor. mesela, bir vapura bindiğiniz zaman etrafınıza baktığınızda her 10 kişiden 3 ünün elinde bir kitap görebilirsiniz ve bu berbat bir rakam da değil. ancak sorun insanların okudukları her şeyi ezberlemesinden ve okudukları üzerinde kafa patlatmamalarından, vakit geçsin diye kitabı ellerine almış olmalarından kaynaklanıyor.

bir arkadaşım bir gün demişti ki "ben a'yı okuyorum, haklı buluyorum. b'yi okuyorum, onu da haklı buluyorum. ama bu iki filozof hayatları boyunca birbirlerinin düşüncelerini hiçbir şekilde bir araya getirememiş insanlar. oysa ben ikisinin anlattıklarından da aynı derecede ikna oluyorum." sizce de bu, okunulan şeyin üzerinde düşünmenin eksikliğinden oluşan ciddi bir sorun değil mi? sonuçta a da b de kendi düşünce sistemlerini oluşturacak kadar çok düşünmüşler hayatları boyunca. e sen hiçbir düşünsel efor sarf edip ufak da olsa bir düşünce sistemi edinmeksizin o adamın düşüncelerini emen bir sünger olursan, elbette ikisine de hak verirsin. hatta üstüne bir de kafan karışır, 'nası abi yea?' diye ortalarda gezersin. ama bu, öyle ısmet amcanın sevdiği cinsten, yani düşünmeye dayalı bir kafa karışıklığı olmaz. ınsanı işe yaramaz hale getiren bir kafa karışıklığı olur.

e hadi okuduk, yorumladık, yorumladıklarımız üzerinden kendi düşünce sistemimizi geliştirdik diyelim. gerçekten de yeniden doğrulabilmeye giden yol buradan mı geçiyor?
büyük düşünürlerin büyük çoğunluğunun çok fazla ve çok sık kitap okunmaması gerektiği konusunda hemfikir olduğunu biliyorum. bu durumu "bir yere, ayak izleri bulunan bir patikadan yürümek yerine, kendi patikanızı kendiniz yaratın." şeklinde özetlemek mümkün. bence de yapılması gereken kesinlikle bu çünkü kitaptan okuyarak kolayca elde edebileceğimiz bir düşünceye, kendimiz tırnaklarımızla kazıya kazıya, saçlarımıza beyazlar, alnımıza kırışıklıklar kata kata ulaştığımız zaman o düşünce gerçekten bizim düşüncemiz olacaktır. ama gelin görün ki şu günlerde durum biraz kritik. bir düşünceyi elde etmek uğruna ömür heba edecek vakit yok maalesef. düşen bir toplumun kalkması söz konusuysa eğer, böyle bir lükse yer yok. hazır olanın üzerine düşünerek atacağız adımlarımızı. başka çaremiz yok! o halde, az önce sorduğum soruyu cevaplıyorum: bir düşünce tamamen bizim ürünümüz olduğunda kendi içinde inanılmaz ve bozulmaz derecede sistemli olabilir. bu doğrudur. okuyarak düşünme sonucu biraz daha mesnetsiz bir sonuca ulaşmamız ihtimali söz konusu olsa da yeterince düşündüğümüz takdirde bunu da mükemmel bir sistematiğe oturtabiliriz. ve böyle bir sistematikle açılan yolun sonu şüphesiz ki aydınlığa ulaşır.

asırlardır birileri nitelikli şeyler düşündü. akşam ne yemek yapacağını değil, sevgilisine doğum gününde ne hediye alacağını değil, okuldaki çocuğun onu beğenip beğenmediğini değil, hamile olduğunda vücudunun bozulup bozulmayacağını değil, ameliyatla burnundaki kemiği aldırıp aldırmamayı değil, nasıl dikkat çekebileceğini değil, hangi bara gideceğini değil... hakikate nasıl ulaşacağını düşündü. belki de tüm gereksiz şeyleri doğal akışına bırakıp düşünceden bastonumuzu, önceden hakikati arayanların geriye bıraktıkları kılavuzlardan yararlanarak yapmanın sırası gelmiştir.
dünyayı kurtaracak kudrete sahip olmasanız bile düşünerek kendinizi olsun kurtarabileceğinizi düşünmüş müydünüz? düşünmediyseniz, düşünme düşüncesi hakkında bir düşünmelisiniz diye düşünüyorum; öyleyse varım.