bence, çok eski zamanlarda insanlar jean jacques rousseau'nun da öne sürdüğü gibi yalnız yaşayan asosyal varlıklardı ve belirli zamanlarda çiftleşmek için bir araya geliyorlardı. kadınlar çocuklarını tek başlarına doğurup onlara bakıyordu; hatta bence bu nedenledir ki günümüzde anne ile evlat arasında, baba ile evlat arasındakinden fark edilir derecede daha güçlü bir bağ vardır. annenin merhametine paha biçilemezken, babalar en ufak bir yanlışta evlatlarını silmekten çekinmez. hatta rousseau'nun bizzat kendisi bile beş çocuğunu yetimhaneye verebilmiştir.

ama zamanla işler değişti. asosyal varlık olan insan, hayat standardını yükseltmek ya da diğer bir deyişle mevcut hayat şartlarıyla daha rahat mücadele edebilmek için daha sık bir araya gelmeye başladı. yani sosyalleşmek insanların ihtiyaçlarını gidermek için sadık kalmak zorunda oldukları bir durum oldu. zamanla, yapılan aktiviteler daha keyif verici olmaya başladı ve değişen yaşam şartlarıyla beraber sorumluluklar da arttı. böylece asosyallikten zorunlu sosyalliğe, zorunlu sosyallikten de keyfi sosyalliğe bir geçiş yapıldı. bir zorunluluk olmaktan çıkan sosyalleşme durumu, bir eğlence ya da daha doğru bir deyişle bir yaşam tarzı oluverdi. bütün duyguların, medeniyetlerin, uygarlıkların, savaşların ve teknolojilerin tohumları da böylece ekilmiş oldu.

günümüzde ise işler bambaşka bir şekilde yürüyor; birkaç asırdır süregelen asosyallik-zorunlu sosyallik-keyfi sosyallik süreci tamamen tersine dönmüş durumda. yani insanın sosyalleşmesi, bir eğlence olmaktan çıktı, yeniden bir zorunluluk olmaya başladı. onun en çok ihtiyaç duyduğu şey, (yemek, su ve barınak ihtiyacını geride bırakarak) bir başka insan oldu. ama bu durum asırlar öncesinde vuku bulduğu gibi fiziksel gücü bir araya getirerek yaşam koşullarını iyileştirmek için değil de tamamen manevi ve maddi (daha çok manevi) ihtiyaçları gidermek adına gerçekleşti ve sözlük dolusu yeni kelimeler de dilimize eklendi: güven, sadakat, ihanet, kalleşlik, dostluk, arkadaşlık, dolandırıcılık, hırsızlık, kundakçılık...

görüyorum ve biliyorum ki tarihe bir şekilde damgasını vurmuş, fikirlerini topluma benimsetmeyi başarmış, önemli şeyler yapabilmiş insanlar, sanatçılar, düşünürler, filozoflar hep yalnız yaşamayı bir şekilde başarabilmiş insanlar oluyor. tüm vaktini yazmaya vermiş bir adamın, söyleyecek sözleri olan bir adamın, huzur içinde 'normal' ya da 'alışageldiğimiz' türden bir evliliği yürütebildiğini düşünebilir misiniz? ben pek düşünemiyorum açıkçası. hatta buna kanıt olarak da, şiddet, şüphe, sinirlilik ve kibre yatkın olan, hiç evlenmeyen ve hayatının hemen hemen tamamını yalnız geçiren, annesinden "iki ay boyunca evinde tek bir kişiyi bile görmeden yaşaman, bu iyi bir şey değil oğlum." diye mektup alan, "insana zarar veren en ciddi kötülüklerin başlıca kaynağı gene insandır: homo homini lupus. (insan insanın kurdudur) insanların birbirlerine davranışı genel olarak adaletsizlik, aşırı derecede haksızlık, katılık ve hatta zalimlikle nitelenir. devletin ve yasamanın zorunluluğu da bu olguya dayanır." diyen arthur schopenhauer'ı gösteriyorum.

"neden aramadın? telefonu niye açmadın?" diye soran birileri çevremizde beynimizi mıncıklarken nasıl söylemek istediğimiz düşünceleri bir araya getirebiliriz ki? arkadaşımız sevgilisi ile yaşadığı sorunları dünyanın merkezine oturtmuşken ve sırf, ileride yaşayabileceğimiz potansiyel sorunları anlatabileceğimiz biri olması için bu durumdan şikayetçi olmazken, söyleyecek nelerimiz olabilir ki?

sosyallik bağımlısı insanlık daha önce de bahsettiğim gibi yeni yeni kavramlar yaratmış ve o kavramların içlerini de en olmayacak şekilde doldurmuştur. örneğin kimilerine sorsanız dost için, arkadaşın bir üst seviyesidir ve sırları, yalanları paylaştığımız, bunları başkalarına yalan söylemek pahasına da olsa saklamasını beklediğimiz insan diyecekler ya da aileyi 'bizi büyütüp, belli bir yaşa gelene kadar yanımızda olup bize gösterdikleri özverinin bir benzerini bizden bekleyen bir grup insan' diye tanımlayacaklardır. gelişigüzel ve düşünmeden yapacaklardır bunu çünkü bahsettiğim kavramlar dillerine pelesenk olduğu oranda, üzerine düşünülmekten uzak olacaktır. oysa bazı şeylerin tanımı hiç yapılmamalıdır. bazı şeyler basitçe ifade edilebildiği için basitçe yaşanılabilir zannedilmemelidir. hangi insan "gurursuz, haysiyetsiz ve utanmaz bir insanım." der ki!? ama asıl soru, onursuz, haysiyetsiz vb. sıfatları kendine yakıştıramayanların kaçının gerçekten de bu sıfatları hak etmediğidir. dikkat etmişisnizdir, artık gençlerin büyük bir bölümü birbirini "dostum" diye çağırıyor ama gelin görün ki aynı dostlar birbirlerinin eski sevgilileriyle sevişmekten de büyük haz duyuyor. ve bu, değerlere yeni anlamlar yükleme akımı büyüdükçe büyüyor...

21. yüzyılda, "ilkel" olarak isimlendirilmiş ve asırlar önce yaşayıp miadını doldurmuş asosyal insan, aslında hakikate en yakın olandır. günümüzde ise dağa çıkarak ya da bir göl kenarına yerleşerek "modernleşen" toplumdan kendini soyutlamaya çalışan insanlar, modernleşmenin pençesinde kısılmışlarca, asırlar öncesinin yaşam tarzını benimsedikleri için ilkel olarak nitelendirilecek olsalar da, bir şekilde başlamış olan bu ters dönmüş "asosyallik-zorunlu sosyallik-keyfi sosyallik" sürecinin en son aşamasında olmaları nedeniyle aslında en ileride olanlardır.
____________
rousseau'nun düşüncelerini ileri sürerek başladığım bir yazıyı onunla ilgili bir alıntıyla bitirmeyi uygun görüyorum. başta yazdığım düşüncelerini savunduğu ve ödül alacağına kesin gözle baktığı "ikinci söylem" isimli makalesi ödül almadığı zaman rousseau, söylemin bir kopyasını voltaire'e gönderir. bunun üzerine de voltaire'den şöyle bir yanıt alır: "insan ırkına karşı olan yeni kitabınızı aldım, teşekkür ederim. bizleri aptallaştırmayı amaçlayan bir girişime hiç bu kadar çaba harcanmamıştı. kitabınızı okuyunca insan dört ayak üzerinde yürümeyi çok istiyor. ama o alışkanlığı altmış yıl önce kaybetmiş olduğumdan tekrar kazanmam korkarım olanaksız."