ölünmemesi gereken zamanlardı. çünkü biri öldüğünde bir yıldız kayacak gücü bulamazdı, görenlere kalmazdı, kendi dilerdi:

ne olurdu ben de
sana göründüğüm şekilde
odana gelseydim
ateşböcekleri gibi
küçücük avucunda
yanıp yanıp sönseydim.

hakedilmeyendi. sana verilen nefesi zorla geri vermek, olmayan kanatlarınla uçmak istemekti. kimi zaman ahlaksız bir kadının en masum halini öpmek kadar bihaberlikti. susadığını kendini koltuğa attığında farkedip de geri kalkmak kadar zahmetliydi. içindeki buzlar erimiş bir bardak kola kadar tatsız, telefonun ışığı sönerken farkedilmiş bir cevapsız kadar geç'ti. küçük ölüm diye her gece dalmak uykuya ve yeniden doğuş sanmaktı her gün ışığında yıkanmayı. arınmak için çok geçti yahut arındırılmak, ve mahkum olmaktı her sabah bir parçamız biraz daha 'anne' uyanmaya. gözlerindeki karanlığı görenden bileğindeki kesiği saklamak kadar saçma, tüm korkularını tanıyanın yanında titreyebilmek kadar rahattı. sabahı iş olan gece gelmeyen uyku, sabahı boş olan gece çöken rehavetti. sinir bozucuydu otobüste bir çocuk ağlaması kadar, ve göz göze gelinen bir delikanlı kadar utangaçtı. boğazın en fırtınalı zamanı gibi hırçın, ve sabah ezanında balığa çıkar gibi sütliman. belki tam kazanılacakken vazgeçilen bir 'el' , kaybedileceği belliyken başlanan bir oyundu. pervanenin bin kanadım olaydı binini de yakaydım dediği ışık kadar 'herşeyedeğer', parmak hasta diye kesilen bir kol kadar 'yazık'tı. ten bütünlüğü uğruna bir böcek katli kadar meşru, arabesk cennetindeki "sevmek" kadar 'günah'tı.
ve beyaz tende kırmızı ruj kadar cazibe/ tıpkı onun gibi 'kiminegöre'/ tadına bakacak ilk fahişeyi bekler bir arsız/ bir o kadar bakir, lakin ondan daha umarsız/ ve sen yarı(n)da kalan, dünden gelen/ anlamayacaksın; beklemeyecek artık, tek bir kez gitmesen...
tümünü göster