odamın içine ayışığı usulca dolmaya başlamış, aralık pencereden süzülen ışık odayı ilkbahardaki gelincik çiçekleri gibi beyaz bir renge bürürken, pencereden içeri sessizce dolan nemli rüzgar bedenimi okşuyor; sehpanın, kitaplığın, kadehimin üzerinde geziniyordu. biri vardı ekranın diğer ucunda. flu bakışları; kuğlvari hoyratlığı, skimde değilsiniz kabilindeki saçları; boyun kıvrımları saçlarıyla ahenk içinde aşağıya doğru inerken, gri-mor tonlarında, şiir kokan entarisinden hüzün boşalıyordu. temkinliydi. 'boynumdaki haç değil' notunu düşmesi, bugüne kadar hep yanlış anlaşıldığının da delili gibi duruyordu sanki. mavi ışık, diyerek beni tiye alması, umrumda değildi açıkcası. çünkü yıllardır bir blue moon'a rast gelmemiştim. kızın yaşını bilmiyordum ama hala. yaşını sormak için yazdığım uzun, garip, entel kuntel cümleler karşısında random harflerle gülerken, bir sigara daha yakıyor, bir yudum daha alıyordum rakımdan. alkolün verdiği 'dünya yansa skimde değil, saçmalayabildiğin kadar saçmala' hissiyatına o kadar kaptırmıştım ki kendimi, kendimi aşıp günlük hayatta kuramayacağım cümleler kuruyor, ama yine de bir sonuç alamıyordum. okan bayülgenvari yavşama seanslarım durdurak bilmiyordu lan o gün. *(*bana bir şeyhler oluyor) arabanın arka koltuğunda çekilen ve avatarında duran fotoğrafı ''şunu bana yollasana'' diyerek istemem ise fazla sürmedi. fotoğraf geldiğinde yutkundum; huş ağacından düşen çocuklar ne tepki verdiyse, ben de o tepkiyi verdim. kıza, sapık olmadığımı anlatmak için uzun süre çabaladım ama, o dudak kıvrımları karşısında da sapıkvari bir anlatım sergilememin önüne geçemedim. deklanşöre basıldığı anda kıvrımlar estetiğie gıcıklık olsun diye o kadar düzgün durmuş ki, diyecek laf bulamadım. taktığı gözlük gözlerini örtse de, saçları yüzünden salaş bir görüntü çizse de, 'dünyanın yarısını ben siktim, diğer yarısı da kapıda sırada' minvalindeki o duruşu karşısında kendimden utandım: kıskandım. ben hiç öyle bir duruş, ben hiç öyle bir saç ve ışık uyumu görmedim. kör oldum. yerle yeksan oldum. aşık oldum sandım. ne oluyor oğlum, dedim. fazla içtiğimi anlamak için birinin 'yat' demesi gerekmiş, sabah olduğunda anladım. ama artık çok geçti bir kere; orta kulvardan koptu da geliyor nidaları atıyordum artık. ''anasının amı kadar güzelsin, hatta parfümümden daha da güzelsin'' demiştim bir kere. bakışları yerle yeksan ederken ettiğim lafa ise ben bile inanamamıştım ki, elimden çıktı gitti bir kere: kuğl bakışımla beyoğlu'nun yarısını kendime hasta ederim, der gibi bakıyorsun! *(*oha) buraya kadar gayet saçlamışken, kızın ''sevgilim var'' demesi ile yazdığım her şey götümde patlamış oluyordu ki, hiç sallamadım. yakında ayrılırsın kabilinde laflar bile ediyordum; evet, ben böyle değildim ama yasmin levy yalnızlığımı o kadar iyi anlatıyordu ki ladino ağıt'larıyla, 'ay lav yu' derken ''ben'' dediğinin farkında olmayan anarko-ego'ları bile sollamıştım canlar. kıza sen ayrıldıktan sonra içeriz derken, ağlamaktan içemem ben, diyordu o ama yine de sallamıyor, 4. vermuttan sonra bir şeyin kalmaz diyordum aga. kızın nikaltına ''tanrı gibi kadın'' demem ise uzun sürmedi tabi bu laflardan sonra. 'oha' tepkisi almam hoşuna gittiğinin göstergesiydi ama, sevgilisi vardı abi. sonra fight club'taki en sevdiğim cümlelerden birini olan ''if i had a tumor, i'd name it marla''yı o'na uyarlamıştım bile ama, hala sevgilisi olduğu gerçeğini değiştirmiyordu ki bu. ajna diyordum kıza lan; kalbinin altında diyordum; lacivert, tıpkı gözlerin gibi diyordum; ama hala sevgilisi vardı. kıza dudaklarını büküp flaneuse durmuşun demem de işe yaramadı, çünkü anlamadı doğal olarak. bu kadar laf ettikten sonra;

sonrası yok. iyi geceler bile demeden uyudum ben. tek konuşmalık bir şeymiş gibi, alkolde kendimi aşmam sebebiyle sızdım kaldım. sabah kalktığımda ettiğim ilk laf ise sarhoştum hatırlamıyorum oldu...

terminat hora diem; terminat auctor opus!

çıt!