küçükken içinde envai çeşit canavar, dehşetengiz suretlere bürünmüş iyi saatte olsunlar, anlamsız fısıltılar, kulakları sağır eden çığlıklar, korkunç uğultular, ürpetiler barındıran ama kendimi içinde pek barındıramadığım esrarengiz bir kuyuydu.

korkunun en büyük kaynağıydı. evimizin tuvaletle oturma odasının arasındaki uzun koridoru akşamları aşılmaz hale getiriyordu. elektrik düğmelerine uzanabilmek için parmak uçlarında yükselmeye çabalayacak kadar küçüktüm. iki seçenek vardı: ya benimle gelmesi için anneme yalvaracak; bu esnada travmatik çocukluğumun sebebi abimin türlü sataşmalarına ve taşak geçmelerine maruz kalacak ya da koşarak ve korkarak tuvalete ulaşacaktım. bir de salondaki adamı atlatmak var. bakalım bu akşam başarabilecek miyim diye her akşam aynı macerayı yaşıyordum: odanın kapısında derin nefes alıp start veriyorum. zaten çişim gelmiş. bir ok gibi atılıyorum ve tuvaletin kapısının önünde buluyorum kendimi(tanrım ne şiirsel oldu!) işte hızlı bir hamleyle elektrik düğmesine zıplayacağım! ama o sırada gözümü tuvaletin karşısındaki salonda, koltuğun önünde secdeye kapanmış beyazlara bürünmüş iri yarı adamdan alamıyorum. o öylece duruyor. bazen de gittikçe büyüyor. yuvarlaklaşıyor ,yükseliyor. tam salondan taşacağı esnada çığlığı basıp odaya geri fırlıyorum.

koynumda muskalar eskittim. korkaklığım ailede, akrabalarda, uzak illerde namımı yürüttü. ama kimse bilmedi ki karanlıkta benim koca bir dünyam var. kaç canavar yarattım, ne sesler duydum hangi yaratıklarca kovalandım bir ben bilirim. neyse...

sonra büyüdüm. elektrik düğmeleri başımın aşağısında kaldı. büyüdüm. karanlığın birinde tüm canavarları kaybettim. ne zaman oldu nasıl oldu bilmiyorum. artık korkmadığım için mi büyümüş oldum onu da bilmiyorum.

daha da büyüdüm. çünkü artık elekriğin aydınlatmadığı odalarda bile karanlığı göremiyordum. zihnim karanlıklara da dış dünyayı döküyordu. dünya karanlığı işgal etti. her yer düşüncelerimle, sıkıntılarla, gündelik hayatımla doldu. karanlığı bilinmezlik ve görünmezlik kelimeleriyle tanımlar oldum. karanlık hiçlik oldu.

bazı anlar geldi. daha da büyüdüm. aydınlıklar, düşünceler, hayat yetmez oldu. çok sıkılıyordum. daralıyordum. her yer karanlıktı. hayır, her yer aydınlıktı. böyle anlarda dünyanın verdiklerinin fazlası olduğunu hissettim. nerdeydi peki, bu kadar fısıldayan , aydınlığın aldatıcı maskesini düşüren ve beni sıkıntıdan sıkıntıya düşüren 'şey'? çok düşünmeye fırsat kalmadan aydınlık beni yine kandırırdı. ama 'şey' ipuçlarını gönderdi : birgün yaratıcının secdede insanın gözlerini açık tutmasını emrettiğini öğrendim. yaratıcı karanlığa göz yummamamızı istiyordu. demek...karanlık...

ana rahmi karanlık. kabir karanlık. aydınlık iki karanlığın arasına iliştirilmiş. başlangıç ve son hiçlikten ibaret olabilir mi? öyleyse karanlık nasıl yokluk olsun. olsa olsa varlığın diğer yüzü...
karanlığı unutmayalım diye gece gündüzün arkasına dizilmiş. o geceye de uyku bahşedilmiş. uyku ki ölümün kardeşi. ölümün içine de rüya bahşedilmiş.
işte bu, karanlığın sırrını açık ettiğidir: düşler.
dünya bir düştür, ah evet dünya bir düştür.*(*puslu kıtalar atlası). öyle bir düş ki gerçekliği gerçekliğini yadsıyor. biz uyanana kadar düşün gerçekliği düş olarak kalacak.

********
bu yüzden daha da büyüdüğüm bu ender zamanlarda diyorum ki gözlerini yum ve küçükken karanlığın bir yerinde kaybettiğin canavarları yeniden doğur. bakalım zihninin kapılarının ardında neler gerçekleşiyor?
karanlığa gözlerini aç.
tümünü göster