aslına bakarsanız başarılı olduğumuz söylenemez. cumhuriyet, hemen her alanda olduğu gibi bilim dünyasında da bir takım yenilikler öngörüyordu. bunlardan en önemlisi bazı temel saiklerden dolayı osmanlı toplumu içinde kendine yer bulmuş bir kaç entelektüel grubun tasfiyesini de içeren bir çabayı şekillendiriyordu.

osmanlı toplum yapısı klasik eserlerde de gördüğümüz kadarıyla "avam" ve "havas" şeklinde çeşitli hiyerarşilere tabi tutulmuş; insanlar ve bilgileri belirli derecelendirmelerle kıymet kazanmıştı. sözgelimi toplumun en değerli üyeleri bugün olduğu gibi "parası olanlar" değil; bilgisi olanlardı. "alim" olan kazanıyordu. bir kimse vezir olsa bile cahil olduktan sonra halk ona itibar etmiyordu. bu sebeple olsa gerek fatih sultan mehmet, sahn-ı seman medreselerini kurduğu zaman kendisine bir oda tahsis edilmesini istemiş fakat bunun için bir sınava tabi tutulmuştu. bu durum, osmanlı döneminde bilginin değerini ortaya koyan güzide bir örnektir.

"havas" yani "seçkinler" grubunun bir diğer üyesi alimlerden farklı olarak "arifler" idi. sufi grupların oluşturduğu bu katman alimlerle belirli bir uyum içerisindeydi. öyle ki bazı alimler sufimeşreb; bazı sufiler de alim idi. medrese ve tekke kol kola geziyor; ilim ve marifet yan yana telakki ediliyordu. şüphesiz bu iki grup toplumu yönlendiriyor, etkiliyor bir bakıma onları şekillendiriyordu. medreseler ilmin merkezi iken tekkeler toplum ahlakını yönlendiren okullar mesabesinde idi.

elbette cumhuriyetle beraber gelen sekülerleşme anlayışının bu çerçevede bir yapılanmaya izin vermesi mümkün değildir. bu nedenle geçmişte alim ve arif şeklinde toplumu yönlendiren entelektüel grupların yerine "akademisyen" ve "aydın" grubunun getirilmesi şarttı.

üniversiteler medreselerin yerini alan kurumlar olarak seküler akademisyen yetiştirmek gayesi ile toplumu geçmişin karanlık günlerinden aydınlığa çıkaracak bilimi üretmek durumundaydılar. gazete ve daha başka yayın organları da aydınların elinde şekillenerek toplumu daha önce sufilerin icra ettikleri fonksiyonla yönlendirmek zorundaydılar. aydınların işi ideoloji üretmekti. namık kemal, ziya gökalp gibi zihinler bu amaca hizmet etmişlerdi. bu tasfiyenin en belirgin ifadesi atatürk'ün "hayatta en hakiki mürşit ilimdir." şeklindeki demecinde görülür. atatürk'ün bir tasavvuf kavramı olan "mürşid"i bilimle ilişkilendirmesi özellikle dikkat çekicidir.

fakat cumhuriyetin öngördüğü bu yapılaşma, mayasını tutturamadı. osmanlı ile beraber gelen alim-arif ikilisi, cumhuriyetin akademisyen ve aydını ile beraber yaşamayı başardı ve bir kaynaşma sağlandı. seküler dünya görüşünü reddetmekle beraber üniversitede yer bulan fuad köprülü, süheyl ünver; modern basın yayın organlarını kullanmakla beraber din temelli bir hayat görüşünü savunan necip fazıl gibi aydınlar bu kaynaşmanın bir kaç örneğini sunuyorlar.

bazen bunun kötü bir durum olmadığını düşünüyorum. bu durum, bizim geçmişimizden kopamayacağımızı fakat bunula beraber içimizde az da olsa batıya bir hevesin bulunduğunu gösteriyor.
tümünü göster