içtiğim son sigarayı bir kütahya porselen marifeti olan küllüğümde söndürdükten sonra uşağıma "şu küllüğü boşaltır mısın alberto" diye seslendim, gelip boşalttıktan sonra tekrar getirdi, "teşekkür ederim" diyerek bu kısa sohbeti bitirdim. alberto, 40-45 yaşlarındaydı. onu işe alırken aramızdaki farklılıkları göz ardı etmemesini önerdim, yaşım kendisinden bir hayli küçük olduğu halde saygı duymak yerine ona iş yaptırıyordum. ispanyol çingene ailesi soyundan geliyordu, türkiye'den önce fransa'da banliyö evlerinde sefil bir hayat çektikten sonra oradaki türkler'den öğrendiği kadarıyla türkiye'de kaçak işçi olarak çalışmanın kolaylıklarını farketmiş ve yurdumuza gelmişti.
türkiye'deki bu gelir uçurumu sanıyorum zenginler kadar fakirlerin de işine geliyordu. iş bulamayan fakirler ben ve benim gibi toplumun saygın katmanlarının temel taşı olan insanların yanında yiyecek, içecek, tuvalet vs gibi temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılıyor ve üstüne para da alıyordu, bundan daha güzel bir amme hizmeti var mıydı yer yüzünde ? kesinlikle cennetlik olmalıydım, evet.
alberto, karısı ve iki kızıyla beraber istanbul nurtepe'de oturuyordu. genellikle benim yanımda kaldığı için ailesiyle görüşme imkanı elbette ki kısıtlıydı. bu sebeple ona hiç acımıyordum. hayır yani senin etin ne, budun ne? neyine evlilik, neyine aşk, neyine çocuk sevgisi ? inanamıyorum doğrusu. bu tip insanlar değil bu ülkenin, bütün çağdaş dünyanın yüz karası diye düşünüyorum ve eminim ki bana destek veren bir çok kişi de çıkacaktır.
alberto bir gün hastalanmıştı, eşimle bu yaz tatilini karayipler'de mi yoksa ibiza'da mı yapacağımız hususunda girdiğimiz seviyeli tartışma sırasında öğrendim bunu. isteksizce ona bir kaç günlüğüne izin verdim. benim narin vücudum bir nurtepe virüsü kapmak istemiyordu, belki bu virüs bütün nurtepe'ye yayılır da dünya insanları olarak biraz rahatlığa erişiriz, toplumun refah düzeyi bu kayıplarla biraz çıkışa geçer diye düşünüyordum. kurban olduğum rabb'imden tek isteğim buydu. kendisine biraz cep harçlığı vererek uğurladım. o'nsuz geçen üç gün boyunca tabakları masaya koymak, tuzluğa uzanmak, su içmek, bulaşık makinasının düğmesine basmak, kapıyı açmak beni ve sevgili eşimi oldukça yormuş, bu üç gün belimizde inanılmaz bir ağrıya sebep olmuştu.
evet üç gün olmuştu ve alberto'dan hala bir ses seda yoktu, nasılsa ahizesini kaldırıp alo diyecek bir telefonu olmayacağını bildiğim için onu işe alırken bunu sorma teşebbüsüne bile girmedim, dilimi buna yormak istemedim. hiç olmazsa ev adresini almıştım. koltuğumdan doğrulup merdivenlerden aşağıya doğru inerken hizmetçiye merdiven başlarındaki topuzu iyice parlatmasını, elimi oraya koyduğumda kayganlığından aldığım o derin hazzı açıklayarak emrettim. bahçeye çıktığımızda bahçıvan rüstem bey'e japon barış çiçekleri'nin her bir zerresini parlatmasını söyledim, bir yönetici olmanın zorluğu işte burada yatıyordu. hayatın her bir dakikası kişisel olduğu kadar toplumsal yönetim ile geçiyordu ve ruhum, beynim artık yorulmuştu, ne zaman huzur bulacaktım, ne zaman ?..
arabama binip kontağı çalıştırdıktan sonra elim boş gitmenin yanlış olacağını düşünerek yola çıktıktan bir kaç dakika sonra durup bir şeyler aldım. mecidiyeköy'den geçerken elinde pankart tutan bir grubun "sermaye için değil, halk için kanun" şeklinde attıkları sloganı duyduktan sonra araba içerisinde direksiyonu bırakıp dizlerime vura vura öyle bir gülüyordum ki, 15.000 ytl'lik oto teyibim bu şiddetli gülüşe dayanamayıp kırılacaktı. ne diyordu bu pejmüreler ? yahu hak hukuk sizin neyinize ? bu kadar iş veriyorduk onlara, iş imkanı, istihdam sağlıyorduk, daha ne istiyorlardı bu sefiller ? "allah razı olsun" diyeceklerine küfür ediyorlardı resmen. arabamla durduğum yerde, kaldırımda bir trafik polisi gördüm ve ona "ya özür dilerim de ne zaman müdahale edecekler, işimiz gücümüz var, daha ibiza için rezervasyon yaptıracağım" dedim, o da bana "merak etmeyin beyefendi, az sonra arkadaşlarımız bu teröristleri dağıtacaklar" şeklinde cevap verdikten sonra teşekkür mahiyetinde kafamı sallayarak farklı bir yoldan nurtepe'ye gitmeye koyuldum.
burnuma gelen kesif koku sayesinde nurtepe'ye yaklaştığımı anlıyordum, bu kokunun alberto'ya özgü bir şey olduğunu düşünüp durmuştum. bütün mahalle ekmek ve böyle kırmızı, yuvarlak bir şey yiyordu. hayatımda ilk defa görüyordum doğrusu ve bu burnuma gelen kesif koku da bu şeyden çıkıyordu. alberto'nun evini sağa sola sorma cüretini gösterek bulmuştum. tahta bir kapı, lastik ayakkabılar, kömür sobasının yanında alberto'nun yeni boyanmış iş ayakkabıları... cidden bir sefaletin göbeğine düşmüştüm ve sıkı bir dostum olan yönetmen sinan çetin'e bu garip kültür ambiyansı konulu bir film çektirmek için cep telefonumla bir mesaj gönderdim.
elimdeki hediye paketini alberto'nun eşine uzatıp ışık hızıyla çektim elimi. kadıncağız paketteki havyarı görünce adeta şok olmuştu. çok ama çok düşüncesizdim... havyarın yanında mükemmel giden şampanyanın bu sefillerde olmayacağını hiç ama hiç akıl edememiştim. üç günü aşkın süredir tuzluğa kendimin uzanışı bünyemi ziyadesiyle yormuştu doğrusu ve bu düşüncesizliğim bundan kaynaklanıyordu.
alberto'ya durumunu sorduğumda üst katlarında oturan emekli bir hemşirenin kendisini rica minnet muayene ettiğini ve kısa sürede iyileşeceğini söylediğini öğrendim. "hayat sensiz çok zor, alberto" diyerek yüzündeki milimetrik değişimi sezmiştim, az da olsa gülümsemişti, yüz kaslarından anlamıştım. "bir şey soracağım alberto" dedim ve devam ettim; "dışarıda herkesin elinde ekmek ve böyle kırmızı, duvarlak bir şey var" dedim, "nedir o kırmızı yuvarlak şey ?" , "onlar domates, efendim" dedi. "haa" dedim, "doğru... ben sadece malezya mamülü porselen tabaklarımın içerisindeki yemeklerin arasında pişmiş halini ve tadını biliyorum sadece, böyle çiğ halini ilk defa görüyorum" dedim. alberto olmadan yaşanmıyordu. ve belki inanmayacaksınız ama, hayatın bu renkleri olmadan da yaşanamıyordu, bir düşünsenize, bu dünyada herkes eşit olsaydı nasıl yaşanılırdı ? bu hayatta, şömine başındaki pencereden elimdeki kırmızı şarap ve gramafonumdan yükselen leonard cohen ezgileriyle çöpten ekmek çıkarmaya çalışan adamı izleyemedikten sonra, nasıl yaşayabilirdim ki ? hayat, bunlarsız olmuyordu. hayatın gerçek rengi işte buydu, siyah ve beyaz.
ölmelerini istemiyorum tanrım, fakirleri öldürme. hep yaşasınlar, çok yaşasınlar. dünyada sadece biz zengin, elit ve kültürlü toplum kalırsa ve her şey bembeyaz, mükemmel olursa bu hayatın hiç bir tadı olmaz, ne olur tanrım, ne olur...
türkiye'deki bu gelir uçurumu sanıyorum zenginler kadar fakirlerin de işine geliyordu. iş bulamayan fakirler ben ve benim gibi toplumun saygın katmanlarının temel taşı olan insanların yanında yiyecek, içecek, tuvalet vs gibi temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılıyor ve üstüne para da alıyordu, bundan daha güzel bir amme hizmeti var mıydı yer yüzünde ? kesinlikle cennetlik olmalıydım, evet.
alberto, karısı ve iki kızıyla beraber istanbul nurtepe'de oturuyordu. genellikle benim yanımda kaldığı için ailesiyle görüşme imkanı elbette ki kısıtlıydı. bu sebeple ona hiç acımıyordum. hayır yani senin etin ne, budun ne? neyine evlilik, neyine aşk, neyine çocuk sevgisi ? inanamıyorum doğrusu. bu tip insanlar değil bu ülkenin, bütün çağdaş dünyanın yüz karası diye düşünüyorum ve eminim ki bana destek veren bir çok kişi de çıkacaktır.
alberto bir gün hastalanmıştı, eşimle bu yaz tatilini karayipler'de mi yoksa ibiza'da mı yapacağımız hususunda girdiğimiz seviyeli tartışma sırasında öğrendim bunu. isteksizce ona bir kaç günlüğüne izin verdim. benim narin vücudum bir nurtepe virüsü kapmak istemiyordu, belki bu virüs bütün nurtepe'ye yayılır da dünya insanları olarak biraz rahatlığa erişiriz, toplumun refah düzeyi bu kayıplarla biraz çıkışa geçer diye düşünüyordum. kurban olduğum rabb'imden tek isteğim buydu. kendisine biraz cep harçlığı vererek uğurladım. o'nsuz geçen üç gün boyunca tabakları masaya koymak, tuzluğa uzanmak, su içmek, bulaşık makinasının düğmesine basmak, kapıyı açmak beni ve sevgili eşimi oldukça yormuş, bu üç gün belimizde inanılmaz bir ağrıya sebep olmuştu.
evet üç gün olmuştu ve alberto'dan hala bir ses seda yoktu, nasılsa ahizesini kaldırıp alo diyecek bir telefonu olmayacağını bildiğim için onu işe alırken bunu sorma teşebbüsüne bile girmedim, dilimi buna yormak istemedim. hiç olmazsa ev adresini almıştım. koltuğumdan doğrulup merdivenlerden aşağıya doğru inerken hizmetçiye merdiven başlarındaki topuzu iyice parlatmasını, elimi oraya koyduğumda kayganlığından aldığım o derin hazzı açıklayarak emrettim. bahçeye çıktığımızda bahçıvan rüstem bey'e japon barış çiçekleri'nin her bir zerresini parlatmasını söyledim, bir yönetici olmanın zorluğu işte burada yatıyordu. hayatın her bir dakikası kişisel olduğu kadar toplumsal yönetim ile geçiyordu ve ruhum, beynim artık yorulmuştu, ne zaman huzur bulacaktım, ne zaman ?..
arabama binip kontağı çalıştırdıktan sonra elim boş gitmenin yanlış olacağını düşünerek yola çıktıktan bir kaç dakika sonra durup bir şeyler aldım. mecidiyeköy'den geçerken elinde pankart tutan bir grubun "sermaye için değil, halk için kanun" şeklinde attıkları sloganı duyduktan sonra araba içerisinde direksiyonu bırakıp dizlerime vura vura öyle bir gülüyordum ki, 15.000 ytl'lik oto teyibim bu şiddetli gülüşe dayanamayıp kırılacaktı. ne diyordu bu pejmüreler ? yahu hak hukuk sizin neyinize ? bu kadar iş veriyorduk onlara, iş imkanı, istihdam sağlıyorduk, daha ne istiyorlardı bu sefiller ? "allah razı olsun" diyeceklerine küfür ediyorlardı resmen. arabamla durduğum yerde, kaldırımda bir trafik polisi gördüm ve ona "ya özür dilerim de ne zaman müdahale edecekler, işimiz gücümüz var, daha ibiza için rezervasyon yaptıracağım" dedim, o da bana "merak etmeyin beyefendi, az sonra arkadaşlarımız bu teröristleri dağıtacaklar" şeklinde cevap verdikten sonra teşekkür mahiyetinde kafamı sallayarak farklı bir yoldan nurtepe'ye gitmeye koyuldum.
burnuma gelen kesif koku sayesinde nurtepe'ye yaklaştığımı anlıyordum, bu kokunun alberto'ya özgü bir şey olduğunu düşünüp durmuştum. bütün mahalle ekmek ve böyle kırmızı, yuvarlak bir şey yiyordu. hayatımda ilk defa görüyordum doğrusu ve bu burnuma gelen kesif koku da bu şeyden çıkıyordu. alberto'nun evini sağa sola sorma cüretini gösterek bulmuştum. tahta bir kapı, lastik ayakkabılar, kömür sobasının yanında alberto'nun yeni boyanmış iş ayakkabıları... cidden bir sefaletin göbeğine düşmüştüm ve sıkı bir dostum olan yönetmen sinan çetin'e bu garip kültür ambiyansı konulu bir film çektirmek için cep telefonumla bir mesaj gönderdim.
elimdeki hediye paketini alberto'nun eşine uzatıp ışık hızıyla çektim elimi. kadıncağız paketteki havyarı görünce adeta şok olmuştu. çok ama çok düşüncesizdim... havyarın yanında mükemmel giden şampanyanın bu sefillerde olmayacağını hiç ama hiç akıl edememiştim. üç günü aşkın süredir tuzluğa kendimin uzanışı bünyemi ziyadesiyle yormuştu doğrusu ve bu düşüncesizliğim bundan kaynaklanıyordu.
alberto'ya durumunu sorduğumda üst katlarında oturan emekli bir hemşirenin kendisini rica minnet muayene ettiğini ve kısa sürede iyileşeceğini söylediğini öğrendim. "hayat sensiz çok zor, alberto" diyerek yüzündeki milimetrik değişimi sezmiştim, az da olsa gülümsemişti, yüz kaslarından anlamıştım. "bir şey soracağım alberto" dedim ve devam ettim; "dışarıda herkesin elinde ekmek ve böyle kırmızı, duvarlak bir şey var" dedim, "nedir o kırmızı yuvarlak şey ?" , "onlar domates, efendim" dedi. "haa" dedim, "doğru... ben sadece malezya mamülü porselen tabaklarımın içerisindeki yemeklerin arasında pişmiş halini ve tadını biliyorum sadece, böyle çiğ halini ilk defa görüyorum" dedim. alberto olmadan yaşanmıyordu. ve belki inanmayacaksınız ama, hayatın bu renkleri olmadan da yaşanamıyordu, bir düşünsenize, bu dünyada herkes eşit olsaydı nasıl yaşanılırdı ? bu hayatta, şömine başındaki pencereden elimdeki kırmızı şarap ve gramafonumdan yükselen leonard cohen ezgileriyle çöpten ekmek çıkarmaya çalışan adamı izleyemedikten sonra, nasıl yaşayabilirdim ki ? hayat, bunlarsız olmuyordu. hayatın gerçek rengi işte buydu, siyah ve beyaz.
ölmelerini istemiyorum tanrım, fakirleri öldürme. hep yaşasınlar, çok yaşasınlar. dünyada sadece biz zengin, elit ve kültürlü toplum kalırsa ve her şey bembeyaz, mükemmel olursa bu hayatın hiç bir tadı olmaz, ne olur tanrım, ne olur...