kalabalık yaşamın insan hayatına getirdiği şeyler sadece asabiyet ve gerginliktir. bunun yanında tokluk hissi bir anda kayboluverir kalabalıkta. sessizlik, her zaman huzur değildir, bunu bilirdik bizim oralarda. sessizlik çoğunlukla tehlikeye işaretti üç beş evin yan yana olduğu köylerde, bu yüzden nenelerimiz komşularıyla geceleri bile bağırarak konuşurlardı korkmamamız için, kurt sesleri, domuz koşuşturmaları, silahlar, mermiler, garip ışıklar, dağlardan yansıyan korkunç gölgelerin altında büyüdük tabi. böyle fantastik bir gençlik yaşayamadık akülü arabalar üstünde, salıncaklarda sallanmak yerine ağaç dallrına tutunup oramızı buramızı yaraladık. neyse.
arif, evin bulunduğu mezradaki komşu çocuklarından biriydi. okul sonraları öküz dana peşinde koşturur, evine gidip almanya'daki halasının gönderdiği kartuşlu atariyle oynardı, arkadaşlarını da mutlaka çağırırdı. batıda mesainin kutsal olduğu zamanlarda bizim mezramızda dutlar kutsaldı. yemeden önce onun ıslaklığına bakardık küçüklüğümüzde, meyve dolmalarımızın vazgeçilmez malzemesiydi. ama biter diye yemeye korkardık işte. arif de benim çocukluğumu yaşıyordu, siyah lastik ayakkabı, bahçe sularken her adımda vıcık vıcık sesler çıkaranlardan. sahte bir adidas eşofman, ağaç desenli bir kazak. koşturması, o zamanki kekelemeleri bile aynı ben.
şehrimde tokluk vardı tabi o zamanlar, koca göbekli takım elbiseli amcalar doymamıştı belki ama biz kana çoktan doymuştuk. vahşetten payımızı almıştık sağolsunlar. dutların ıslaklığı artık ömürlere işliyordu, gözlere. her yerde bir tavır, her yerde mutlaka bir muhalefet kesileceğiz, kendi istediğimizi yapacağız. bu bir kişilik meselesi değil, doğduğum topraklara özgü bir şey. dünyanın en büyük hatası bile olsa o an akılda olan şey yapılmalıydı. biz de yaptık. neyse, konumuz biz değiliz, konumuz arif.
aslında fazla dallandırıp budaklandırmaya gerek yok mevzuyu, kısa bir kıssadan hisse muhabbeti ama hissesini kimseye sunacak değilim. üç sene önce geldi o bahsettiğim arif buraya, istanbul'a. istanbul'daki amcasını görmek için gelmişti ve onlardan hiçbiri müsait olmadığı için arif'i otogardan ben almıştım. indiğinde gözü dönmüştü sanki bu dokuz yaşındaki çocuğun. görmediği kadar araba görmüştü, görmediği kadar insan, görmediği kadar şerit çizgisi. bu günlerde gördüğü uzaylı muamelesi de bundan olsa gerek. karnının aç olduğunu çok iyi biliyordum ve onu bir lokantaya götürdüm.
menüde standart şeyler, iskender, döner, lahmacun, içli köfte ve bilimum ev yemekleri falan var. arif'in yüzünde yıllar evvelinden tanıdık bir rahatsızlık beliriyor gözlerimin önünde, bir utanma, bir gerginlik kıpranmaları, rahatsızlık... ve bu rahatsızlığın tadını en iyi bilenlerden biriyim sanıyorum. çabucak yemeğini yemesi için sordum,
"arif, ne yersin genç?"
"çökelek, bir de ekmek."
...
hala devam etmemi isteyen ?..
arif, evin bulunduğu mezradaki komşu çocuklarından biriydi. okul sonraları öküz dana peşinde koşturur, evine gidip almanya'daki halasının gönderdiği kartuşlu atariyle oynardı, arkadaşlarını da mutlaka çağırırdı. batıda mesainin kutsal olduğu zamanlarda bizim mezramızda dutlar kutsaldı. yemeden önce onun ıslaklığına bakardık küçüklüğümüzde, meyve dolmalarımızın vazgeçilmez malzemesiydi. ama biter diye yemeye korkardık işte. arif de benim çocukluğumu yaşıyordu, siyah lastik ayakkabı, bahçe sularken her adımda vıcık vıcık sesler çıkaranlardan. sahte bir adidas eşofman, ağaç desenli bir kazak. koşturması, o zamanki kekelemeleri bile aynı ben.
şehrimde tokluk vardı tabi o zamanlar, koca göbekli takım elbiseli amcalar doymamıştı belki ama biz kana çoktan doymuştuk. vahşetten payımızı almıştık sağolsunlar. dutların ıslaklığı artık ömürlere işliyordu, gözlere. her yerde bir tavır, her yerde mutlaka bir muhalefet kesileceğiz, kendi istediğimizi yapacağız. bu bir kişilik meselesi değil, doğduğum topraklara özgü bir şey. dünyanın en büyük hatası bile olsa o an akılda olan şey yapılmalıydı. biz de yaptık. neyse, konumuz biz değiliz, konumuz arif.
aslında fazla dallandırıp budaklandırmaya gerek yok mevzuyu, kısa bir kıssadan hisse muhabbeti ama hissesini kimseye sunacak değilim. üç sene önce geldi o bahsettiğim arif buraya, istanbul'a. istanbul'daki amcasını görmek için gelmişti ve onlardan hiçbiri müsait olmadığı için arif'i otogardan ben almıştım. indiğinde gözü dönmüştü sanki bu dokuz yaşındaki çocuğun. görmediği kadar araba görmüştü, görmediği kadar insan, görmediği kadar şerit çizgisi. bu günlerde gördüğü uzaylı muamelesi de bundan olsa gerek. karnının aç olduğunu çok iyi biliyordum ve onu bir lokantaya götürdüm.
menüde standart şeyler, iskender, döner, lahmacun, içli köfte ve bilimum ev yemekleri falan var. arif'in yüzünde yıllar evvelinden tanıdık bir rahatsızlık beliriyor gözlerimin önünde, bir utanma, bir gerginlik kıpranmaları, rahatsızlık... ve bu rahatsızlığın tadını en iyi bilenlerden biriyim sanıyorum. çabucak yemeğini yemesi için sordum,
"arif, ne yersin genç?"
"çökelek, bir de ekmek."
...
hala devam etmemi isteyen ?..