bir anlık bir dalgalanma oldu; yoksa çok mühim bir işim var. bir şeye bakarken bir anlık bir esinti geldi, o esintiye ilham demek haksızlık olur, yerim ilhamı, ilham da neymiş; bir anı ve akabinde gelen birkaç bir şey daha. biz buna gebere toplamak diyelim.

bu dikenli bitki nerede dağ tepe yamaç; nerede olmadık bir yer varsa orada yetişir namussuz. bu yüzden kilosu pahalıdır. bize o zamanlar söylenen bu geberenin ilaç sanayinde kullanıldığı ve turşu filan yapıldığı idi. turşu yapıldığını geçenlerde gördüm. bir tane kavanozun içine hapsetmişler bizim tohumcukları. herkesin aklına gelebileceği gibi benim de aklıma geldi, lan acaba benimkiler mi dedim; ama benimkileri çoktan yenmişlerdir ya da ilaç olarak çoktan tüketilmişlerdir.

engin tecrübelerimden yola çıkarak birkaç misal vereceğim. gebere toplamayı şimdilerde sağlığı sıhhati pek yerinde olmayan sayın ananemden öğrendim. o eski toprak olduğu için sabah ezanıyla uyanır, dağ tepe dinlemeden gezinirdi. bazen onunla birlikte kalkar, bağda bahçede toparladığımız yabani otları yığın yapar, daha öncesinden yığın yapılmış ve kurumaya bırakılmış olanlarını yakardık. bu istenmeyen otların da toplanması bilgi birikimi gerektirir aslında. ama ananeler bilir ve anlatır; dibinden tutacaksın ve çekeceksin, kökü kalmayacak içerde, yoksa yeniden çıkar.

ananemin bezden önlükleri vardı, hani şu pazarcıların taktığı önlüklerden. gebereleri toplar içine atardı. gebere dediğim bitkiyi iyice tarif etmem lazım. yerde sürünen sarmaşığa benzer, dikine değil enine genişler, yaprakları küçüktür, ve bol dikenli dalları vardır. tohumları o dikenlerin hemen yanı başında salınır, dikenlenmeden gebere toplayabilmek yıllar gerektiren bir beceridir. o tohumlar toplanmazsa eğer büyürler, çiçek açarlar ve yeni gebere otlarının müjdecisi olarak yayılırlar. sert, kıraç yerleri sever, suyu hiç sevmez, dağda bayırda bu yüzden yetişir. taşların arasından boy atmayı, hatta taştan setlerin dik tepelerinde yuva kurmaya bayılır namussuz. iyi bir gebere toplayıcı hiçbir yere elini sokmaktan, tırmanmaktan çekinmez.

acemiliğim sayın ananemin yanında geçti. sabah ezanıyla kalkar toplamaya giderdik, öğlenin sıcağında geri gelirdik. zaten toplamak için iki vakit vardır, ya sabah erken; ya da güneş batmadan bir miktar önce. bunun sebebi de yazın yetişen bir bitki olduğu için hem öğle sıcağında kafaya güneş geçme ihtimalinden ötürü; hem de herhangi bir sokucu, yırtıcı tarafından paralanma ihtimalindendir.

biraz bu işte iyileştikten sonra artık kendi başıma takılmaya başladım. küçük ankara makarnası torbalarını alırdım(ne kadar küçük olursa o kadar çabuk dolar, insan kendini daha iyi hisseder bu yüzden) yollara koyulurdum. ilk başlarda ananemle birlikte gittiğimiz yerlere gittim. sonrasında ise yeni yerler bulmak için uzakta görünen dağlara. ve biraz da olsun anlatacaklarım bu dağlarla ilgilidir.

o dağlarda yalnızlığıma doymuşluğum vakidir. zaten kendi halinde bir veletken, orada yalnız olmanın hem tadını hem korkusunu ve belki de acısını tattım. ne çıkacağı, kiminle karşılaşacağınız(misal uçan yılanlardan bahsedilirdi, teyzeler anlatırlardı geçenlerde kadının birini gebere toplarken uçan bir yılan kovalamış gibi) belli değildi. bu uçan yılan mevzu bence gebere toplayanlar tarafından uydurulmuş bir yalan. şimdi düşündüm de o zamanlar çoğu için bu ekmek kapısıydı ve bunu yapan bir sürü insan vardı. rakipleri azaltmak için iyi bir yöntem aslında. çünkü bir gebere bitkisinin gebereleri toplandıktan sonra belli bir süre geçmesi gerekiyordu tekrar çıkması için.

senelerce o dağlara gittim. sayın validemle kavga ettiğimde de oralara gittim. düşünceler o tepelerde kafamda uçuşurdu. her şeyi düşünebilirsiniz; hem bir korku, hem heyecan. sürekli konuşurdum kendimle, su kenarında hasımlarından çekinen ceylanlar gibi iki toplar bir etrafıma bakardım. ne çıkacağı hiç belli değildi. ne kadar ileriye gidersem gideyim hep daha ileriye gitmek istedim. hem gebere alanı açısından iyiydi. çünkü yakın yerlere herkes gidiyordu; oysa uzak yerler... sadece benim bildiğim yerler buldum, orayı unutmamak için gittiğim yol üzerinde benim anlayabileceğim işaretler bıraktım ve bunları yaparken en fazla 6-7 yaşlarındaydım. beraberimde kimseyi götürmezdim. çünkü benim kadar çevik olmayabilirlerdi, benim kadar iyi bilmiyorlardı oraları ve tabii bir de ortakça çıkma vardı. oysa ne kadar toplarsam o kadar iyiydi.

devlet, dağları bile dikenli tellerle çevirmişti o zamanlar, hoş şimdi de öyledir. neden yapmıştır bilmem. oraya o dikenli teli sersen ne olur sermesen ne olur. ama benim için büyük dertti, bir elimle gebere torbasını tut, diğer elinle dikenli teli ve oradan geçmeye çalış.

eve dönerken büyük bir komutan gibi hissederdim. validem gurur duyacaktı benle. aslında tam öyle olmazdı, gitme bir daha derdi; ama ben yine de giderdim. ellerimde torbalar dolusu ganimet, bacaklarımda taşların, dikenlerin açtığı yaralar, ayağıma dolan pıtıraklar... ama bunlar işin güzel kısmıydı, zevkiydi, kaymağı idi.

senelerce gittim oralara, hatta bir ara bir söylenti çıktı dağda teröristler barınıyor diye. o zaman daha uzaklara gittim onları bulmak için. belki de sakladıkları tüfekleri cephaneyi bulurum diye. ne yapacaksam. aradım, farklı taraflara yol aldım her başka gün. ve bir gün dağların arasında bir ev buldum. dün gibi hatırlıyorum, hemen olduğum yerde yere uzandım ve uzaktan gözetlemeye başladım. kim buraya ev yapardı ki, hem buraya ev nasıl yapılırdı? bekledim, ama ne gelen vardı ne giden. inmedim de oraya, ama bu evde yaşayanların terörist olduğuna karar verdim, bazen tekrar izlemeye gittim, sonra sanki o evden teröristler çıkmış da beni görmüşler, ve tanık olan beni mıhlamak istiyorlarmış gibi koştum, koştum, koştum; ta ki tanıdık yerlere gelene kadar koştum.

tepeler tepeleri izler, en sonunda son tepeye geldiğinde, bittiği yerde çöplük vardı, durur, torbalarımı sıkıca düğümler ve aşağıya doğru koşardım. her yer taş, kaya, düz hiçbir yer yok. eğer ki düşsem mutlaka kafayı gözü yarmak var. ama düşmedim hiç, belki sendelemişimdir; ama düşmedim.

uzun bir süre para kazandım bu gebere hadisesinden. tonla da hikayem vardır, komik ya da değil. o zamanlar o dağlar benimdi, belki benden başka kimsenin haberi yoktu bundan; ama benimdiler. çoğu güzel zamanımı orada geçirdim; korkunun ne olduğunu da az çok orada öğrendim ve insan sesine olan ihtiyacı.

daha önce de yazdım bu şimdi yazacağımı; ama mühim değil, yağmurlu, bol şimşekli, karanlık bir hava. tepelerden birinden köyümüze ve uzaktaki ovalara bakıyorum. şimşekler birbiri ardına yere boşalıyor. sanırım çocukluğumda kötü bir şey yaptığımda allah kılıcını yukardan atacak ve bana isabet edip öldürecek diye düşünürdüm. işte o görüntü de böyleydi, sanki bulutların üzerindeki biri elindeki ışık kılıçlarını birbiri ardına toprağın bağrına saplıyordu. başladığı yeri göremiyordunuz; ama bittiği yer görülüyordu. şimdiki aklım olsa gitmem, manyak mıyım ben, bu gudubetlikle illa ki biri tepemize düşer(gülücük attım lan burada)

neyse olay böyle işte, değerli zamanımı bunun için harcadım; sabah sınav var, uğraştığıma bak; ama o görüntü hatırlatmasaydı bu havayı anlatmazdım. şansa bak!

bir de şu adama sonradan değinmek lazım: daglı osman ve onun gebere tarlası