ilkokulun son yılında birine aşık oldum zannetmiştim. (zannetmiştim diyorum, çünkü ilk aşk o değildi, o aşka girişti belki) aynı mahallede oturuyorduk, evleri bizimkinin karşısındaydı. ara sıra sokakta oyun oynarken birkaç kelimelik muhabbetimiz olurdu, her seferinde ürperirdim. o, orta okulun son sınıfındaydı, ama hep aramızda en az yirmi yaş var sanırdım; çocuktum çünkü bakışlarında. nerden öğrenmişsem bu geleneği, hangi filmden ya da büyüklerin örneklerinden kalmışsa; beni seviyor olabilir mi diye düşünmeye bile cesaretim yoktu, seviyor olsa ne olacaksa.*(*swh) pencereden gizli gizli bakmalarla bir-iki ay geçti. araya yaz tatili girdi ve biz yaz tatillerini başka bir şehirde geçirirdik. ömrümün en uzun yazıydı herhalde. döndüğümde taşınmışlardı.

sanırım, sevdiğimi kendime itiraf ettiğim anda hemen sahibine de söyleme alışkanlığım, o taşınmadan hatıra kaldı. o geç kalmışlıktan.

orta okulun ikinci yılında, o duyguların çok daha şiddetlisini tattım ansızın. (sanırım o zamanlar daha önemli işlerim yokmuş.*(*ahaha)) adı güven'di, oysa hiç de güven vermiyordu aşık olma düşüncesi. okulun en havalı, en yakışıklı çocuğuydu. bense utangaç, ezik, sahip olduğu tek şey zekası olan, ama bunu da ders dışında hiçbir şey için kullanamayan bi zavallı. okulun bütün kızları etrafında pervane. tavşan dağa aşık olmuş, dağın başı kalabalık.

acı olduğunu sandığım şeyi ilk o zaman tattım. elbette sonraları bunun bir hiç olduğunu çok kötü anlayacaktım. ama o zamanlar için yeterinde acıydı işte. başıma gelenin en kötüsüydü henüz. geceleri uyuyamamayı ve şarkıların tadını ilk o zaman keşfettim. çok sürmedi tabi, bi şekilde itiraf etmez de yine geç kalırsam, bu dert beni öldürecekti. nasıl bir cesaretse; adam daha o zamanlar 1.70 en az, ben belki 1.40'ım sadece. ona bakınca gökyüzünü de görüyorum her seferinde.

isimsiz bir mektup yazıp (tamam üstüme gelmeyin. biliyorum.) güvendiğim bi arkadaşımla gönderince, bir ilanı aşk girişimini tam bir trajediye dönüştürdüm. çıkan karmaşanın detaylarıyla elbette sizi yormayacağım, ama öyle bir duruma geldi ki millet o salak buymuş diye beni parmağıyla birbirine gösteriyordu. hayır, herif iyi ya da kötü bi tepki verse bütün bunlar umrumda bile olmayacaktı ama, beni eskisinden de kötü bir çırpınışta bırakarak, hiçbir şey demiyordu işte.

haftaları bulan bir susuşun ve benim elçilerimle yürüttüğüm bir ısrarın sonunda bana ne dedi biliyor musunuz? hem "dedi" dediysem, yüzüme söyleyecek kadar cesaret bulduğundan değil, ufak bi kağıt parçasına yazmış, elime tutuşturdu bir ara utanç içinde. tek lale ben değildim çok şükür. kağıtta, asla unutmayacağım şu cümleler yazıyordu; "bdd, çıkma teklifini - ne teklifi ya? bak o kadar da salak değildim o yaşlarda bile. duralım. - kabul etmememin nedeni seni sevmiyor oluşum değil. boyun kısa anlatbiliyor muyum?"

ve birkaç beyin uçuran cümle daha...

yarattığım dünya ancak bu kadar kısa sürede ve bu denli itinayla yıkılabilirdi. elbette, acı çekmeye devam etsem bile onunla merhabamı bile kestiğim için, "ben seni arkadaş olarak çok seviyorum, ne olur koparma her şeyi, bik bik." diye dolaşıp durdu ama, o iç parçalayan günlüğümü okuma densizliğini gösteren annemin elleri dokunmuştu bile bana çoktan. "gururunu ezdirme!" demişti bana. gurur neydi lan? açıklamıştı uzun uzun. "sevmek her şey değildir." demişti. "bununla insanları şımartma, kendini düşürme, onlar koşsun peşinden şu yaptıklarına bir bak!" ona söz vermiştim. yapmam gerekeni yapacaktım. ama onunla paylaşmadığım birkaç planım daha vardı. o kağıdı cebimde taşıyordum her an, bana gururu hatırlatacak, intikam günü geldiğinde fena halde işime yarayacaktı.

o zamanlar siyah önlük giyiyorduk hala. biz ikinci sınıfın başlarındayken bu okul üniforması denen lalelik çıkmıştı işte daha yeni. haliyle, sadece o yıl orta okula yeni başlayanlara zorunlu koşulan bu kıyafet, eğitimine önceki yıllarda başlayanların kendi seçimlerine bırakılmıştı. okulun hemen hemen yarısı almıştı tabi bunlardan, benim de içinde bulunduğum diğer yarısı ise, "2 yıl kaldı şurda ya, ne gerek var." diyen ebeveynlere sahipti. hak vermeden edemiyordum, ulan çok pahalıydı sahiden be! "tamam, gerek yok." demiştim demesine de, siyah önlük de "biz fakiriz." demenin bir diğer yolu olmuştu işte. kısacık etekli formalarıyla artis gibi dolanıyo bütün kızlar, şimdi benim intikam hayallerim hangi siyah önlüğün içine sığsın?

yaz tatilinde annemle konuştum, birikmiş bi miktar paramı da verip bana onlardan bi tane almaya ikna ettim. son bi sene kalmışken zor oldu tabi. ama o yaz tatilinin ardından, okula bambaşka biri olarak döndüm. formayı çekince duruşum-tavrım bile değişmişti tabi. evet aynı filmlerdeki gibi.

bir iki hafta bile geçmeden, bu serseri benimle konuşmak istediğini söyleyip birkaç dakika istedi. sanki o sevgiden eser kalmamış da lütfediyormuş gibi dinlerken ben, bana çıkma teklif etti.*(*ahah) "buydu ha?" dedim, derin olucam ya. "noldu? uzamış mıyım üç ayda? bence bi santim bile farklı olan bişi yok." cebimden çıkardığım kağıdı avcuna sıkıştırıp yürüdüm. tuvalete girip gizlice ağladım, çıktığımda yolundaydı yine her şey. güçlü görünmeyi de öğretilmiştim.

haftalar süren yalvarışlar, sevgi sözleri... perişandı. daha fazla işkence edemedim.*(*swh) annem affettiğimi bilmesin diye kasıntılarla geçen upuzun aylar boyunca, teneffüs dakikalarını ve okul çıkışlarında kısacık zamanları birlikte geçiriyor, havadan sudan konuşup araya utangaç bir iki sevgi sözü sıkıştırıyor, sevgililik oynuyor, ikimiz için de ilk ve unutulmaz kalacak anılar biriktiriyorduk...

sonrasına gerek yok. bilirsiniz işte, sevenler ayrılmalıdır. ve her sevgililik oyunu, üzerinden on yıl kadar geçince, hem kahkahalarla hem de hüzünle anılan tatlı zamanlar olarak saklanmalıdır.
tümünü göster