ona bıraksam, bunu ömrümüz boyunca saklayabilirmiş gibi duruyordu, zaten onun da bana bakınca en azından benim ona bakarken heyecanlandığım kadar heyecanlanıyor olması gerektiği fikrine nerden kapılmıştım bilmiyorum. hem tanrı aşkına öyle bile olsa, bu pis işlerin hepsini neden erkeklerin üstlenmesi gerekiyor, incilerim mi dökülür gidip direkt olaya girsem, illa pas verip de şutu ondan beklemek yerine, dışarı vurup rezil olmak pahasına kaleye yüklensem? tamam, kendimi iyice yokladım; bende o göt var ok. ilk ilan-ı aşk girişimim tam bir fiyaskoydu ve istediğim sonucu oldukça geciktirerek beni birkaç ay süründürmüştü nasılsa, yani nerdeyse anne sütüyle verilmiş kadar eskiydi benim bir "üzgünüm" e bağışıklığım. son birkaç gündür edindiğim tuhaf duyguları kendime saklamayı az da olsa düşündüysem, sebebi asla bu tür bir korku değildi zaten, benim asıl korktuğum, "üzgünüm" değil de, "mutluyum" deme ihtimaliydi onun, çünkü ben gerçekten de o klişe "peki, mutlu sondan sonra ne var?" sorusunun cevabını bilmiyordum henüz. tamam uzatmayalım söyleyeceğiz işte, cevabı da öğreneceğiz bir şekilde, elbette bedelini göze alarak.

erken gittim bi gün, ondan başka kimsenin orda olmayacağını bilerek. diğer oyuncular henüz gelmemişler, prova bir - iki saat sonra. metinleri alıp çok fazla alternatif bulunmadığı için karşısında bir yere oturdum. neyse ki çok konuşmazdı, naber nasılsın - iyilik noolsun salaklığını icra ettikten sonra, ben gelmeden önce neyle meşgulse ona geri döndürdü sessizliğini. çaktırmadan seyrediyordum. onu görmek için ona bakmama lüzum yok, hayır. zaten beni onunla konuşturacak olan sorun tam da şu ki; yüzünde görmeye alışık olduğum ne varsa aynısı artık benimkinde de var. aynı onun gibi gülüyor, suratımı aynı onun gibi çarpıtıyor, onun kelimeleriyle konuşuyorum. ona dönüşüyorum işte kısacası. artık buna bir son vermem gerek, öyle yada böyle. o tüm bunlardan habersiz, önündeki kağıda bir şeyler karalıyor. yaşar masal'ı söylüyor, çok iyi hatırlıyorum, bu şarkı daha mı aptaldı sanki eskiden diye düşünüyorum ben, o eşlik ediyor. ne kadar sürdüğünü bilmediğim o süre içerisinde aklımdan geçip de yüzümü gölgeleyen binbir türlü şeyden bahsetmeye ne lüzum, ne de vakit var, çünkü o ansızın başını kaldırıp aptal bir soru soracak, hikayeye yetişmeliyiz.

"son günlerde canını sıkan şey nedir?" hah, biz de tam seni konuşuyorduk, üstüne geldin. zaten iyi bi insan olduğuna inandığım kadar hiçbir şeye inanacak durumda değilim şu sıralar. yalnız emin ol, bütün bunları asla bilmek istemezsin.

"bilmek istemezsin, emin ol." dedim. al işte, daha ilk cümleden çuvalladın, ne şimdi bu, mal?!

"tamam, aslına bakarsan umrumda değil. umrumda olan herşeyin üzerine de bahse girerim ki son derece aptal bir şeydir." kağıtlarına gömüldü yeniden, ben de hala elimdekileri okuyormuş gibi yapmakla meşgulüm. hadii, elbetteki blöf yapıyor, onu bilmezsiniz, ilgilendiği tek şey başkalarının dertleridir.

"pekala, yemedin. bilmeyi istememem gerekecek kadar kötü olan ne? hadi, şu işimle çok ilgiliyim tavırlarını kes, okuyorsan bile bi halt anlamıyorsun."

gerçekten, kurduğum o aptal cümleleri hatırlamıyorum, hiçbir şey söylemedim ama ona. yine de sorunun kendisini de ilgilendirdiğini düşündürecek bir şeyler geveledim, öyle olması gerekliydi. çok merak etsin ve ısrar etsin istiyordum, kalkışacağım şeyin sorumluluğunu bir parça da o yüklensin istiyordum.

"ya az biraz işim var, dışarı çıkmam lazım, gelir misin benimle?" diye soruyor sonra, sessizliğin bozulmadığı kısa bir yürüyüşle gitmek istediği yere varıyoruz. piercing alıyor bi tane. ama sadece alıyor, kendi takacakmış, şaşkınlığıma alaylı gülüşleri yanıt veriyr, böyle bi taraftan bastırınca zaten öteki taraftan çıkıyormuş, daha önce de yapmış ama kapanmış. acının her türünü küçümserdi zaten. alt dudağını seçiyor bu kez, hatta nasıl yapılacağını da gösteriyor, bir an irkilip "yok!" diye bağırıyorum.

"ne? ne oldu?"
"yok... şey... yapma ya."
"niye yahu?"
(canın yanar diyemem. canım yanar seninle...) "sakalın çıkmaz."
"ahahaha."
"ciddiyim. bence bu küçük aptal sakal sana çok yakışıyor."

içinden bir sürü sakal çıkan, bir sürü aptal, yarım cümleden sonra, her nasılsa onu vazgeçirmeyi başarıyorum. o aptal şeyi geri verip yerine bir küpe alıyoruz. (daha sonra bi gün, o küpeyi soluk borusuna kaçırıp onu önce öldürecek, sonra öpüp yeniden dirilteceğim.)

geldiğimiz yolu dönerken, az kalsın bizi bir böcek gibi ezecek olan otobüsü bi tür işaret sayıp çenemi kapalı tuttum, sonrasındaki kalabalık saatler boyunca da aklım hep yüreğimden bir adım daha öndeydi. sonra ne olduysa, ben eve kaçmanın bi yolunu bulamayıp da kalabalık bir grupla birlikte o bara girmek zorunda kalınca oldu.o ne benimle, ne de bir başkasıyla tek kelime konuşmadan ve asla yüzüme bakmadan karşımda otururken, ısrarın bu türüne karşı hazırlıklı olmadığımı farkettim. anlaşılan gece sona ermeden önce herşeyi bilmek istiyordu ve ben hem bundan sakınıyor, hem de daha salak ve dolayısıyla daha cesur olabilirim belki diye, bir - iki kadehi hızla aklımın kalbimle düştüğü çelişkiye yuvarlıyordum. karışan duygularım önce hüzne, bir süre sessiz kaldıktan sonra da "pekala, bunu sen istedin." diyen bir öfkeye dönüştü, hızla kaldırdı beni yerimden.

"gelsene benle biraz, konuşmamız lazım görünüşe bakılırsa." dedim. dışarı çıktım. birkaç saniye sonra o da çıkıp yanıma geldi. binanın ortasındaki kocaman boşluktan gökyüzü görünüyor, belli belirsiz bir yıldıza bakarken kendimi gözü dönmüş hissediyorum. o ise kararımdan dönmemem için öfkeli görünmeye çalışarak yüzümü seyrediyor. tanrım, yalvarırım beni hemen kendime döndür, konuşmaya başladığımda çok geç olacak!

"bütün bunları gizlersem, hala iyi biri olduğumu sanacağın için hayatımda kalabilirsin." gökyüzüne bakıyorum hala, göğün yüzü onunkinden daha aydınlık. "ve sana yemin ederim, bir şekilde burada kalman, duyacağım herşeyden daha önemli. bu yüzden eğer gerçekten nasıl hissettiğimle ilgileniyorsan konuşmama izin verme." güldü. "beni korkutmuyorsun." dedi. "beni herhangi bir şeyle korkutabileceğini düşünmen çok komik. hem ne yapacak olmanın beni kendinden uzaklaştıracağını sanıyor olabilirsin ki?" gerçekten eğleniyordu, size yemin ederim. "şu an bu son denemeyle bile sorumluluğu kendi üzerimden atmaya çabalıyordum, yine de bilmek isteyeceğine güvenerek. daha bayağı gerçeklere ihtiyacın olmamalı." diyebildim ben. "pekala, ben hazırım." dediğini duydum sonra.

sonrasında aslında sadece kendimle konuştum, çünkü yalnızca kendimle konuşmak beni ağlatır, neden bir anda kendimi bu denli kaybettiğimi hala bilmiyorum.

"ben, seni sevmeye hazırlıyorum kendimi. daha yolun başı ve çok kıymetsiz görünüyor bana da, ama hikayenin sonrasını biliyorum. neye dönüşeceğini biliyorum, çünkü bunu ben seçtim. nasılsa kendi dünyalarımızı yaratmıyor muyuz, seni yaratmaya başladığımı farkettim son günlerde, durdurmayı da düşünmüyorum. sana ne kadar ihtiyacım olduğunu bilmek ister misin mesela? ben, çocukken yaban arılarının bir bardağa doluşmalarını sağlayıp, üzerlerine su dökerdim. biliyor musun, bu vahşi oyuna alet olanların her biri, hayatta kalmak için bir başkasını boğmak zorunda kalıyor. altta kalanların payına ise kendi hayatlarına son vermek düşüyor yalnız. bunu bir kez sen de yapmalısın, bir daha hayata eskisi gibi bakamıyor insan.

biz şimdi aynı sularda boğuluyoruz seninle...

ikimiz de, taraflardan biri ölünce aşkın öteki tarafında kalana ne olduğunu iyi biliyoruz. ama hangimizinki daha kolaydı bilmiyorum ben, istediği halde hayatta kalamayan senin sevdiğin mi, yoksa yaşamaktan başka bir şeyi beceremeyip, bedeninden başka herşeyi ölen benimki mi daha çok acı vermeliydi? ama biz, kalanlar, bu suyun içinde kendimizi öldürmeyi, yani erdemli bir yol seçmeyi beceremedik henüz, sen şikayet etmiyor gibi görünüyorsun, ama ben ölmek istemediğimi kendime itiraf edebildim bir yerde, çırpınmaktan yorulduğumu. başka hiçbir seçeneğimiz de yok biliyorsun; aslolan aşktı demekten başka. 'biz aşkı sevdik bu denli, seçilen kıymetsizdi, onu yaşatamadıysak hiç değilse aşkı yaşatırız, yeter ki onun kadar hak edecek birileri daha olsun' düşüne inanmaktan başka. şimdi ben, belki de yalan olan bu düş yüzünden, seni kendi oyunuma alet etmeye çabalıyorum." sonunda ona bakabilecek kadar kötü hissedebildiğim yerdeydim. öyle çok korkuyordum ki, çok uzun zamandır ilk defa aptal ve küçük bir kız çocuğu gibiydim. özür dilemeyeceğim halde beni affedebilecek miydi?

"ben senin üzerine çıkıp belki boğarak, kendi canımı kurtarmaya çabalıyorum..."

sesim değilse bile sözlerim sustu, ve gözlerimi kaçıracak kadar utandıktan sonra ben, o bir kaç saniye sustuktan, bana öyle bir sarıldı ki...

hiç konuşmadan ve bedenlerimiz hiç ayrılmadan, kaldık orada öylece, hangimizin acısına ağlıyorduk bilmeden. ölülerimiz, binanın ortasındaki gökyüzünden bizi seyrediyorlardı, onlar da biliyorlardı ki; en azından bizden sonra hiçkimseyi bizim kadar sevemeyecektik bir daha, ve buna rağmen ayrılabilecektik. gecenin bir saatinde duvarları yumruklamaktan bıkacaktı çünkü o, ben onun ellerindeki kanın içimi de kanatmasından bıkacaktım. o günlerce sigaradan başka bir şey solumazken, ben sanki o izmaritler umrumda bile değilmiş gibi yapacaktım. bütün o şarkıları unutmuş gibi, bölüştüğümüz o sıcacık ekmeğin, buz gibi sokakların, ve "kızım sen bu adamı hak etmiş olmak için ne yapmış olabilirsin, onu bırakabilirsen ömrünce sürünmelisin!" diye beddualar ettiğimiz anların hiç bir anlamı kalmamış gibi...

biz ayrıldık, yıllar oluyor, ama yolunuz düşerse o kocaman binanın ikinci katında, tırabzanların hemen yanında birbirine sarılmış bedenlerimizi bugün bile görebilirsiniz. gökyüzünde pis pis sırıtan ölülerimizi de.