gittim, gördüm, geldim.

metruk bir cezaevi burası. fakat sadece bedenler terk-i diyar etmiş. gidin göreceksiniz: hatıralar o kadar diri ki!..

sadece 'çocuk' mahkumların hapsedildiği koğuştan deniz görünüyor. dikkat edin: "sadece çocuk mahkumlar deniz görebiliyormuş" denmedi. denizi gören çocuklar değil, koğuşlarıymış sadece. çünkü pencereler (ve dolayısıyla deniz ve hürriyete dair hülyalar) çocukların ulaşamayacağı bir yerde, yerden birkaç çocuk boyu yukarıda muhafaza edilmiş.

düşünüyoruz: öyle bir memleket ki burası: 'çocuk' diyerek 'yaptıklarının sonuçlarını idrak edecek yapıda olmadığı'nı kanunen tescil ettiği yavrucakları, gündüz güneşten, gece yıldızlardan muaf tutabiliyor. uçurtmayı vurmasınlar'da barış ne diyordu 'dışarı'daki arkadaşı inci'ye?
"sen artık yıldız görebiliyor musun inci? bizim göğümüzün bir tek gündüzü var. senin göğünde akşam oluyor mu?"

çilekeş ve dahi çilebaz aydınlarımızdan sebahattin ali'nin de burada yattığını öğreniyoruz. dilden dile dolaşan, içki masalarına meze edilen o güzelim türkü'nün, aldırma gönül'ün güftesini burada yazdığını öğrendiğimizde, cezaevi zemini ayaklarımızın altından kayarcasına başımız dönüyor, ürperiyor içimiz: içimiz cız ediyor. bir yandan sevinç, bir yandan üzüntü duyuyoruz:

seviniyoruz, çünkü sebahattin ali'nin bir zamanlar misafir edildiği (misafir diyerek olayın vehametini hafifletemeyiz, bir düşünce suçlusuydu o canım insan) mapus damlarında olduğumuzu tesadüfen öğreniyoruz. bir zamanlar burada, bulunduğumuz avluda koşaradım volta atanlardan birinin de o büyük insan olduğunu düşünmek içimizi heyecana boğuyor.

fakat sonra... koğuşların içler acısı hali ve manzarasızlığı bir duvar olup dikiliyor önümüze: üzülüyoruz. aynı zamanda eski bir kale olan cezaevinin duvarlarını oluşturan tırtıklı taşlara sinmiş onlarca yıllık düşüncelerin, efkarın muhasebesini hangi melek tutmuştur bilinmez ama bildiğimiz bir şey var ki bu cezaevinde zamanın izafiyeti yaşanarak öğrenilebilecek kadar somutlaşmış onca mahkum tarafından.

ve tevafuka bakın ki, müzikçalarımızda aylardır dinlenmemiş, belki bu tesadüf anını içimizde bir yerde hissettiğimiz için silmediğimiz bir parça buluyoruz: ziyaretimizin kalan kısmında edip akbayram eşlik ediyor bize, genç ve diri sesiyle:

dışarda deli dalgalar,
gelip duvarları yalar
(oysa koğuşlardan denizin görünmediğini söylemiştik)
seni bu sesler oyalar
(işte acı gerçek...)
aldırma gönül, aldırma
(ne mümkün?)

dertlerin kalkınca şaha
bir sitem yolla allah'a
(ilk dize ile ikincisi arasında şiddet bakımından bariz bir fark var. bir rivayete göre dizenin ilk hali "bir küfür savur allah'a" imiş. cezaevini görünceye kadar bir karalama kampanyası enstrümanı telakki ettiğimiz bu rivayetin gerçeklik olasılığı birden bire hayli büyüyor)

kurşun ata ata biter
yollar gide gide biter
ceza yata yata biter
(burada araya giriyor ve "yazı yaza yaza biter" diyerek parantezi ve düşüncenin değil düşünenin hapsedildiği; içinde insanlığın değil de insan kılığındaki gardiyan ve memurların bulunduğu cezaevi kapısını ve bahsini kapıyoruz)

not: bu satırlar, ilk cümle hariç olmak üzere cezaevi bahçesinde, volta atılan yere iliştirilmiş bir bankta yazılmıştır.