the lobster
"kara mizahı sevmiyormuş. kimi yiyosun acaba?"

***
izlemeden önce hakkında en ufak bir bilgi dahi almamak gibi bir prensip sahibiyseniz, bazı filmleri neyine güvendiğiniz bilinmez bir şekilde sabırsızlıkla bekliyorsunuz. tanışmayı beklediğim güzellik giorgos lanthimos'muş bu defa. ve kendisi bu defa, ifade ettikleri her izlediğinizde içinde bulunduğunuz döneme bağlı olarak değişebilecek bir esere imza atmış. ben şahsen kişisel dönüşümümün ilki on yedi yaşıma denk gelmiş olan evresindeydim ve aşkı mümkün kılacak tek şeyin ilişkiye indirgenmemesi olduğuna inanıyordum. hatta daha iki gün öncesinde bir dostla, sevginin ilişkiyle bağlantısı ve nihayetinde bir ihtiyaç konusu haline gelmesi hakkında konuşuyor, "dünya seni buna zorlarken bir şeyi gerçekten sevmek nasıl mümkün olabilir?" diye soruyorduk. takdir edersiniz ki iki gün sonra bir sinema salonunda keyiften kalbim sıkışmaktaydı. ben whishaw'ın güzel yüzüyle karşılaşmak da bu keyfin bonusuydu.

izleyici genellikle the lobster'ı iki bölüme ayırıyor ve yorumları okuduğunuzda, ilkini oldukça başarılı bulurken ikinci bölümde güzel bir fikrin berbat edildiğini düşünenlerin çoğunlukta olduğunu görüyorsunuz. böyle bir ayrım yapacak olursak, yönetmenin ilk bölümde ilişkileri ve ikincisinde yalnızlığı konu ettiğini söyleyebilir, ya da ilkini "hissetmediği halde hissediyormuş gibi" ve ikincisini "hissettiği halde hissetmiyormuş gibi yapmak" olarak adlandırabiliriz.

sanıyorum ilk bölümün izleyici tarafından daha çok beğenilmiş olma sebebi kurgunun bu parçasının gerçekliğimize oldukça yakın olması. her ne kadar yönetmenin şahsen aşık olduğum tarzıyla şekillendirilmiş ve yaptırımları bu distopik kurguyla abartılmış olsa da, toplum ve onun ilişkiler konusunda bireye yaptığı baskı özünde aynı ve bizler için tanıdık. ikinci bölümde gerçekliğimizle olan bu yakınlık kayboluyor. burada "yalnızlık" yine kendi topluluğunun belirlediği sınırlar içerisinde bir yaşam biçimi. bir tercih olmaktan uzak. sunduğu özgürlüklere karşılık el koyduklarıyla ilkinden daha iyi bir seçenek de olmuyor. üstelik kurgunun kadın-erkek ilişkilerinin ötesinde bir yalnızlık tanımlamış olması, doğal olarak izleyicinin bağlantıyı kaybetmesine yol açıyor. bu noktada hikayenin bir bütün olduğunu ve ikinci bölüm olarak adlandırdığımız kısımdaki bu farklılığın, bu bütünlüğün zorunlu bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. zira bana kalırsa, gerek toplum baskısını gerekse yalnızlığın getireceği zorlukları somutlaştırır ve abartırken, the lobster'ın sorduğu asıl soru şu:

eğer böyle bir gerçeklikte yaşıyor olsaydık, seçimler pek de seçim olmasaydı, baskı ve yaptırımların bu seviyesiyle sınansaydık, bu sonuçlar anlamlı ve tutarlı olabilirdi. peki yaşadığımız gerçeklikte aynı sonuçları alabiliyor olmamızın açıklaması ne olabilir? aynı tercihleri yapıp aynı rollere girebiliyor olmamız, ihtiyaçlarımızın hangisiyle açıklanabilir? hissetmediği halde hissediyormuş gibi yapmaya değen nedir?

aşık ve çift olması üzerine baskı görürken cansız bir varlıkmış gibi zorlanan kahramanımız, bunların yasak olduğu düzene geçtiğinde kolaylıkla aşık oluyor ki zaten doğal olan sonuç da bu. sonrasında ise, yönetmen hem aşık kadınımıza "neden onu değil de beni kör ettin?" diye sordurarak kendi fikrini ortaya koyuyor, hem de hikayesinin sonunu yine izleyicisine bırakarak bize kendi fikrimizi soruyor. kynodontas'ın lavabosunda dişini kıran, alpeis'de yüzünü diken lanthimos kahramanı, the lobster'da gözüne bıçağı dayadıktan sonra siz aşk adına neye inanıyorsanız onu yapıyor. ve "kynodontas" ile gerçekliğimize, "alpeis" ile rollerimize dokunan lanthimos bu defa ilişkilerimize el atıyor ve bunu ince, şiirsel bir alayla yaparken bizi kendisine hayran bırakıyor elbette.

colin farrell sevgimize eklenecek bir şey zaten yok, kendisini kısa bir süre sonra "youth" adlı şaheserde yeniden göreceğimiz rachel weisz de her daim keyif; tüm bunlardan geriye, tekrar tekrar izlenecek bir film ve bir gün bizim sinemamızdan da böyle bir yönetmen çıkar mı, görmeye ömrümüz yeter mi merak ettiren bir kıskançlık kalıyor.