smokingimi cıkardım ve dolaba kaldırdım. saçlarımı şöyle bir taradım. ağzıma bir sigara yapıştırdım ve ocakta kaynayan kahveyi fincana döktüm. cezvenin nikelajından akseden gözlerime baktım. kızarmış balık rengindeydiler. gözlerimi oğuşturdum ve cezveyi mutfak eyvesinin içine koydum. muşluğu açtım içine doldurdum. akan suyun soğukluğu bir an sol elimden yayılan titreme sinyallerini iliklerime kadar ulaştırdı. ağzımdaki sigarayı ıslatmamak için sağ elime aldım fincanı ise sol elime aldım.

odamdaki çalışma masasının başına oturarak bu yazıyı kaleme almaya başladım.

smoking nedense bana oscar wilde'in vera ya da nihilistler oyunundaki prens paul'u hatırlatıyor. belki bilirsiniz belki de bilmezsiniz bu prens paul denilen kişi oyundaki tek karakterdir. her iki tarafa da ayarları verir tarafsızlık onun en büyük özelliğidir. gerçi tarafsız olduğundan nefret edilir ama kimse onunla uğraşmaya cesaret edemez. cesaret edenlerse sonucunda o hikayedeki mal benim derler.

aristokratlığı ve ince zevkleri ile alaycılık maskesi ile büyük nefretini gizleyen , ki bu nefreti oyunda şöyle dışa vurulmuştur 'iyi bir demokraside herkes aristokrat olmalıdır', bu maharetli kişi bir öncüdür.

klasik aristokratlar genelde yönetim erklerinin yanına yanaşmış süslü kölelerdir. ama esas anlamı ile aristokrat olan prens paul gibiler ise köleliktense kendi zekalarını fikirleri ve herşeyden önce kendi zekaları ile bir yere gelirler.

doğuştan kalıtımsal olarak gelen mirasları daha da büyütürler, koyduğunuz yerde otlayan insanlardan değildir anlayacağınız.

özellikle sanayi devrimi sonrası toplkumlarda ilerici güç olan aristokrasi kavramı yozlaşmış ve nihayet yerini satın alınmış aristokrasiye bırakmıştır. mesela donald trumph gibi adamlar ortaya çıkmış sermayenin sadece sermaye ölçüsünü üstlerine almış görgü nezaket aristokrasi ile betimlenen burjuvalaşmayı ne yazık ki almamıştır.

başat kültür olan aristokrasinin yok olması ile yerine gelen satın alma aristokrasi mesela fransa'nın güney sahillerinin uluslararası görgüsüzlüğün bayrak töreni alanı yapmıştır.

bu tip şeylerin izahatını şüphesiz sosyologlar benden daha iyi yapacaktır. ben esas konuma geri döneyim.

roma'da romalılar gibi davranın, londrada londralılar gibi davranın diye bir söz vardır.

bu sözü sahtekarların arasında sahtekarlar olarak da kullanabiliriz.

diyelim ki iş toplantısındasınız herkes sahtekar sizse kazıklandığınızı hissediyorsunuz, ne yaparsınız?

sizde mi onlar gibi davranırsınız yoksa koyun gibi başınızı mı uzatırsınız? birçok kişi onlar gibi davranır. sonucunda onlar gibi olur.

koyun başını uzatanların sonu ise malumdur. izahata gerek yoktur.

ama üçüncü bir yöntem yok mudur? elbette vardır. bayalığa kaçmadan dürüstlükle, biraz alaycılıkla, biraz oyunculukla ama herşeyden önce konuya hakim olmakla ve rakip yahut rakipleri çok iyi tanımakla onları etkisiz hale getirirsiniz.

elbette benim bahsettiğim yöntem çok zahmetlidir. ilk iki yönteme göre kuşkusuz leyhte sonuç alması katidir.

velev ki sahtekarlar aptal değilseler ve cesaretli iseler.

ama sahtekarların cesur oldukları ne zaman görülmüştür ki?

hele akıllı değilseler matraktırlar.

ama bu yöntem anca ve anca gerekli durumlarda kullanılır. zart zurt kullanılırsa eğer marjinal fayda etkisi bir o kadar sıfır olur.

herneyse işte böyle şeyler. ama çar ile prens paul'un bir diyalogunu yazarak bu yazıyı noktalıyım bari.

prens paul: . ayrıca bir halk kahramanı olmak, bir yıl defne yapraklarıyla taçlandırılıp, ertesi yıl taşlanmak gibi bir hayalim yok; yatağımda huzur içinde ölmeyi yeğlerim.

çareviç: ya ölümden sonra?

prens paul: cennet bir despotluktur. orada hiç yabancılık çekmeyeceğim.