actors stüdyo denilen bir diyar vardır. bu aktör stüdyo vaktiyle lee strasberg ve elia kazan yönetiminde bir çok oyuncu çıkartmıştır. mesela brando, de niro, pacino, martin landau vesaire vesaire. hepsi iyi oyunculardır severek izlerim ama bir tanesi var ki değil sevmek gıcık kaparım. onun da adı merly streep'tir.
vaktiyle kramer kramer'e karşı filmi vardı. bu gıcık olduğum oyuncuda oynuyordu. dustin hoffman'la beraber. filmin esas senaryosu aslında bir kitaptı. avery corman isimli bir kimse yazmıştı.
kitabın bir yerlerinde ted kramer eski mahallesine gidiyor. nerden baksan 20 senedir ayak basmamış. doğduğu evi ilk okulunu görüyor falan sokaklarında dolaşıyor falan.
eh bu satırların yazarı olan bendeniz bu eylemi icra ettim türkiye'nin nerden gelip nereye gittiğini gördüm. benim eski dünyamda taksiler murat 131, opel ascona, tek tük olsa anadol, otobüsler ikarus, man, mercedes 302'ydi.
binaların boyaları döküldü dökülecek, üslupları ise betepe denilen üsluptu. binlar gene aynı bianlar gün geçtikçe eskimekteler, sanki yaşlı kokonalar gibi fazla abartılı makyaj yapılmış. boyların rengi uçuk renkler ve cıvıl cıvıl ama söyle bir kazısanız boyasını yıkıntı çıkar.
bayağı bir yürüdüm ve dolaştım. başka işlerimde olduğumdan dolayı kendimi caddey-i kebir'e attım. işlerimi halettim. kendimi kimilerinin cezayir sokağı dedikleri kimilerinin fransız sokağı dediği sokağa bir girdim.
daha önce hiç girmiştim. söyledir böyledir diye diye ertelemiştim. kısmet o günmüş. daracık bir sokağın iki yanına binalar dizilmiş çarpuk çurpuk bir manzara teşkil etmekte. herşey üstüstte. nedense alageyik sokak denilen yere girmiş gibi hissettim kendimi. az daha bir binadan pişşt yakışıklı gel sana bir söyleyeceğim lafını duyacağım gibime geldi. zaten bu sözün devaı bellidir. işte muamelem şu kadardır falan filan.
ama kelama benzeyen bir kelam yankılandı kulaklarımda 'abi içerde müsait yerimiz var çayımız taze', ulan sanki topkapı garajındayız.
elbette bendeniz hiç bir yere konaklamadan fırladım çıktım. fransız sokağı dedikleri bumuy muş?
ne kadar makyaj yaparsan yap, ne kadar uğrasırsan uğraş ne yazık ki katrandan şeker olmuyor. eski batakhanelere cila vurmak isim değişikliği falan işe yaramıyor.
zannımca kimliksel olarak iki arada bir derede kalışımısızn işlerimizin ehveni şer ile idame edilmesinin kanıtıdır bu sokak. oysa ehveni şer, şerlerin en fenasıdır.
özellikle son yıllarda ülkemiz apacilik ile post modern ineklikler ve üzerine şokola kıvamında retroculuk sosunu harman edip bir yerlere varmaya çalışıyor ki bunun sonucu kocaman hayal kırıklığı oluyor ve arabesk dışa vurumlar tercih ediliyor.
son bir kaç senedir kalıcı bir şey ortaya çıktı mı acaba? zannetmiyorum. çıkmış ise kenarda kösede kalmıştır ve anca kalıcı işler yapanlar vefat ettikten sonra ortaya çıkacaktır yahut lansman edilecektir.
ama bütün bunlara rağmen glenn miller'ın moonlight serenade'ını tekrardan keşfetmek bir kardır.
yazımı adetim olduğu üzere bir şiirle bitiriyorum. mikrofonlarımıza ingeborg bachmann'dan sürgün şiiri geliyor;
bir ölüyüm ben, dolaşıp duran
artık hiçbir yerde kaydım yok
bilinmiyorum mülki amirin görev yerinde
sayı fazlasıyım altın kentlerde
ve yeşeren taşra yörelerinde.
vazgeçilmişim çoktan
ve hiçbir şeyle anımsanmamışım.
yalnızca rüzgarla ve zamanla ve sesle
ben insanlar arasında yaşayamayan
ben almanca diliyle
çevremde kendime mesken
edindiğim bu bulutla
bütün dillerde sürüklenmekteyim.
nasıl da kararıyor bulut
yağmurun tonları da koyulaşmakta
çok azı yağıyor
o zaman bulut ölüyü daha aydınlık bölgelere taşıyor.
vaktiyle kramer kramer'e karşı filmi vardı. bu gıcık olduğum oyuncuda oynuyordu. dustin hoffman'la beraber. filmin esas senaryosu aslında bir kitaptı. avery corman isimli bir kimse yazmıştı.
kitabın bir yerlerinde ted kramer eski mahallesine gidiyor. nerden baksan 20 senedir ayak basmamış. doğduğu evi ilk okulunu görüyor falan sokaklarında dolaşıyor falan.
eh bu satırların yazarı olan bendeniz bu eylemi icra ettim türkiye'nin nerden gelip nereye gittiğini gördüm. benim eski dünyamda taksiler murat 131, opel ascona, tek tük olsa anadol, otobüsler ikarus, man, mercedes 302'ydi.
binaların boyaları döküldü dökülecek, üslupları ise betepe denilen üsluptu. binlar gene aynı bianlar gün geçtikçe eskimekteler, sanki yaşlı kokonalar gibi fazla abartılı makyaj yapılmış. boyların rengi uçuk renkler ve cıvıl cıvıl ama söyle bir kazısanız boyasını yıkıntı çıkar.
bayağı bir yürüdüm ve dolaştım. başka işlerimde olduğumdan dolayı kendimi caddey-i kebir'e attım. işlerimi halettim. kendimi kimilerinin cezayir sokağı dedikleri kimilerinin fransız sokağı dediği sokağa bir girdim.
daha önce hiç girmiştim. söyledir böyledir diye diye ertelemiştim. kısmet o günmüş. daracık bir sokağın iki yanına binalar dizilmiş çarpuk çurpuk bir manzara teşkil etmekte. herşey üstüstte. nedense alageyik sokak denilen yere girmiş gibi hissettim kendimi. az daha bir binadan pişşt yakışıklı gel sana bir söyleyeceğim lafını duyacağım gibime geldi. zaten bu sözün devaı bellidir. işte muamelem şu kadardır falan filan.
ama kelama benzeyen bir kelam yankılandı kulaklarımda 'abi içerde müsait yerimiz var çayımız taze', ulan sanki topkapı garajındayız.
elbette bendeniz hiç bir yere konaklamadan fırladım çıktım. fransız sokağı dedikleri bumuy muş?
ne kadar makyaj yaparsan yap, ne kadar uğrasırsan uğraş ne yazık ki katrandan şeker olmuyor. eski batakhanelere cila vurmak isim değişikliği falan işe yaramıyor.
zannımca kimliksel olarak iki arada bir derede kalışımısızn işlerimizin ehveni şer ile idame edilmesinin kanıtıdır bu sokak. oysa ehveni şer, şerlerin en fenasıdır.
özellikle son yıllarda ülkemiz apacilik ile post modern ineklikler ve üzerine şokola kıvamında retroculuk sosunu harman edip bir yerlere varmaya çalışıyor ki bunun sonucu kocaman hayal kırıklığı oluyor ve arabesk dışa vurumlar tercih ediliyor.
son bir kaç senedir kalıcı bir şey ortaya çıktı mı acaba? zannetmiyorum. çıkmış ise kenarda kösede kalmıştır ve anca kalıcı işler yapanlar vefat ettikten sonra ortaya çıkacaktır yahut lansman edilecektir.
ama bütün bunlara rağmen glenn miller'ın moonlight serenade'ını tekrardan keşfetmek bir kardır.
yazımı adetim olduğu üzere bir şiirle bitiriyorum. mikrofonlarımıza ingeborg bachmann'dan sürgün şiiri geliyor;
bir ölüyüm ben, dolaşıp duran
artık hiçbir yerde kaydım yok
bilinmiyorum mülki amirin görev yerinde
sayı fazlasıyım altın kentlerde
ve yeşeren taşra yörelerinde.
vazgeçilmişim çoktan
ve hiçbir şeyle anımsanmamışım.
yalnızca rüzgarla ve zamanla ve sesle
ben insanlar arasında yaşayamayan
ben almanca diliyle
çevremde kendime mesken
edindiğim bu bulutla
bütün dillerde sürüklenmekteyim.
nasıl da kararıyor bulut
yağmurun tonları da koyulaşmakta
çok azı yağıyor
o zaman bulut ölüyü daha aydınlık bölgelere taşıyor.