sefillerin karakterlerinin ''içi saman dolu kuklalara'' benzediği eleştirisi en az romanın kendisi kadar yaşlıdır. victor hugo'nun karakterleri fazla tek yanlı olmakla suçlanır sık sık: iyi yd da kötü; cesur ya da korkak; güzel ya da çirkin... üstelik kişisel gelişim süreçleri de keskin virajlarla doludur kahramanların. bir gün kralcı olan ertesi gün cumhuriyetçi oluverir; bu gün hırsız olan yarın iflah olmaz bir ''erdem adamı''na dönüşür.

sefillerin varoluş amacını düşündüğümüzde pek de anormal değildir bu durum. sefiller bir toplumun, alt üst olmakta olan bir toplumun portresidir. tuvale tüm toplumu sığdırabilmek için mümkün olduğu kadar yukarıdan çizilmelidir resim. o yükseklikten bakınca insanların yeterince derin gözükmemesi de normaldir sanırım.

asıl garip olan, toplumsal ilişkileri inceleyen bu romanın karakterlerinin, kararlarından bu denli sorumlu tutulmasıdır. düşünsenize, jean valjean ekmek çaldığı için hapse atılır; toplum jean valjean'a acımasız davrandığı, onu önce suça itip sonra cezalandırıldığı için eleştirilir. ama kendisine verilen haksız ceza yüzünden toplumdan intikam almaya kalkan jean valjean da muaf tutulmaz bu eleştiriden.

toplumun bütün çarpıklıklarına rağmen victor hugo, ahlaklı kalabilmelerini talep eder kahramanlarından.özgür iradeye bu aşırı vurgu, victor hugo'nun toplumun değiştirilebilir olduğuna duyduğu inançtan kaynaklansa gerek.

bu yazının asıl konusu olan ''notre dame'ın kamburu'' ise sefillerin 180 derece tersine gitmektedir. karakterlerin tahlillerine ve kişisel gelişim süreçlerine geniş yer ayrılmıştır. üstelik, kararları ne kadar yanlış olursa olsun karakterler suçlanmaz. zayıflıkları değildir çünkü onları yoldan saptıran. ya da zayıflıkları kendi suçları değildir diyelim.

hugo, romana başlamadan önce notre dame'ın duvarlaına kazınmış yunanca bir yazıdan bahseder. bu yazının türkçesi kaderdir. ''kader'', bu, ruhun karanlık odalarında yankılanan kelimeyi hangi okyanusun kıyıya vurdurduğu hangi bahtsız kazımıştır acaba duvara. işte roman bu soru ve bu kelimenin üzerine inşaa edilir: kader!!

bir kadın, ve ona aşık dört adam: çingene kızı esmeralda,şair gringore, yüzbaşı phoebus, notre dame baş diyakozu claude frollo, ve notre dame'ın kambur çancısı quasimodo.

erkeklerin içinden ilk olarak gringore şansını dener. ve esmeralda'ya yapılan bir saldırıyı savuşturmaktaki beceriksizliği yüzünden avcunu yalar.esmeralda romantik bir aşık istemiyordur. çünkü onun yaşadığı hayat romantizmin karın doyurmadığını bilmesine yetecek kadar gerçektir. esmeralda, tehlikelerle dolu paris'te onu koruyacak güçlü, yetenekli bir erkek istemektedir. esmeralda'nın şairin ilan-ı aşkına verdiği yanıtın duyduğum en acımasız reddediş olduğunu da itiraf etmeliyim:
''ben, beni korumaya gücü yetmeyen bir erkeğe aşık olmam.''

ardından phoebus... esmeralda'nın istediği herşeydir: güçlü, yetenekli, koruyucu. kızı, hugo'nun ''mucizeler sarayı'' dediği kızın içinde yaşadığı çukurdan kurtarabilecek yegane kişidir esmeralda'ya göre phoebus. ama ne yazık ki phoebus'un aşkı yukarıda saydığımız yeteneklerini sevgilisinin hizmetine sunmasına yetecek kadar büyük değildir. denizin ilk dalgalanışında yükünü denize boca eder phoebus.

ve baş diyakoz frollo ile quasimodo... edebiyat tarihinin en ilginç karakterlerinden birisi olan quasimodo'yu size anlatmaya çalışma terbiyesizliğinde bulunmayacağım. (eğer quasimodoyu tanımıyorsanız o sizin terbiyesizliğiniz. *(*gülücük)) rahip frollo ise quasimodo'nun anası, babası, abisi, efendisi, tanrısı. onlarca mızraklı askerin bile zaptetmekte zorlandığı devi bir bakışı ile diz çöktürebilen, bu yüzden de halkın ruhunu şeytana sattığına inandığı talihsiz, ruhsuz baş diyakoz.

rahibimiz bütün hayatını din bilimlerine, kiliseye ve kardeşine adamıştır. fakat din bilimleri konusunda öğrenebileceği her şeyi öğrenmiş, kiliseye verebileceklerini son damlasına kadar vermiş, ve kardeşini serseri hayatına kaptırmıştır. hayatını, ölene kadar denizde dim dik gitmeye adamış bir kaptan düşünün; sonrada bu kaptanın otuz beş yaşında denizi bitirip karaya vurduğunu. ne büyük talihsizlik. bütün bunların üstüne bir de yıllarca bastırdığı cinsel güdülerinin bir anda zincirlerinden boşanmasını eklediğimiz zaman, romanın kötü adamı olmasına rağmen kızamıyoruz ona. o da kendi kaderinin kurbanı.

baş diyakoz ve quasimodo, çingene kızı için verebilecekleri herşeyi verdiler. rahip, hayatını adadığı dinini bile terketmeye, cehennemin en karanlık köşesinde yanmaya razı idi. quasimodoya ise; onun hayata öfkesini, kıza olan aşkını, ve en karanlık iblisleri bile kıskandıracak bedenini bir arada gören hiç bir tanrı bulaşmaya cesaret edemezdi herhalde. rahip kızın bir ''seni seviyorum''u için yapacaktı bunları. quasimodo ise kızın -nefret etmese bile- kendinden tiksindiğini bilmesine rağmen yaptı yapacaklarını.

peki kader neresinde bunların? neresinde değil ki? victor hgo kader kavramını öyle bir sindirmiş ki romana, eti kemiğinden ayırmaya kalemimin keskinliği yetmiyor. quasimodo ve esmeralda'nın çocukluklarında nasıl birbirlerinin yerine geçip, sonra nasıl yeniden buluştuklarını mı anlatayım; yoksa esmeralda'nın idama giden serüvenini mi. her şeyi bir yana bıraksak, sırf çingenelerin kızlarını kurtarmak için katedrale saldırdıkları geceye gitsek bile en okkalı küfürlerimizi saydırırız tanrılara. kızı kurtarmak için ölümü göze alıp gelenlerin kızı öldürmek için geldiğini sanan dev, kızı kurtarmak için katedrali ölümüne savunuyor. romanı ilk okuduğumda bu bölümde kitabı bırakmaya karar vermiştim. ''benim kalbim bu kadarına dayanmaz'' demiştim. ya da isterseniz kızının acısından ruhunu ahirete gönderip bedenini toprağa gömen ananın, kızını bulduktan sonra onu kendi elleri ile cellata teslim edişini anlatayım.

kader pek hazzettiğim bir kavram değildir. ama bu kadar ustaca örülünce olaylar, kavramın büyüklüğü karşısındatitremeden edemiyor insan.

yazımı roman hakkında iki ayrıntıya değinip bitireyim.

esmeralda idam edilme üzere iken ''çingene kızı''na lanetler savuran halk, quasimodo onu katedralin şefkatli surlarına kaçırdıktan sonra quasimodo ile birlikte haykırır: ''barınak, barınak, barınak...''
o kadar az ki güvenimiz kendimize, o kadar aşkla bekliyoruz ki kurtarıcılarımızı, kurtarılan bizim nefretimize mazhar olmuş biri bile olsa alkışlıyoruz kurtarıcıyı.

bir de roman 14. y.y.da geçiyor sanırsam. kral ''bastille''de kalıyor. söz isyanlardan, zincirlerini kırmış bir halkın isyanının önünde en sağlam kalelerin bile tuzla buz olacağından falan açılıyor. hafiften tırsan kıral bastille'in soğuk duvarlarını cesaret almak istercesine okşuyor ve şöyle diyor:
''siz öyle sanın. benim bastille'im yıkılmaz.''

zihin istem dışı olarak 1789'a gidiyor ve dudaklarda ince bir gülümseme beliriyor değil mi?