çocukluğumu kanayan bir yara halinde bırakmıştım..
önce yapraklar yeşili unutuyordu, sonra, merdivenlerini kendi adımdan önce ezberlediğim o yol karla kaplanıyordu. kış geliyordu. geliyordu kış, adım adım, "ad"ımı merdivenlerin yerinden daha sonra öğrenmiştim.
hayat bilgisi derslerinde çekirdek ailenin tanımını ezberlemiştim. köşebaşındaki bakkal, dışardaki soğuğu iyice kanıtlamak ister gibi, çekirdek kavuruyordu. çekirdeğin tuzu, dizimi acıtıyordu. acıyordum...
ben çocukluğumu kanayan bir yara halinde bırakmıştım. "şirinler"i izleyip komşu evlerde "şirin baba" olmak istiyordum, "gölgelerin gücü adına" diyebilecek kadar he-man olmayı ve voltran'ı oluşturmayı istiyordum. yaşamı, kendi adımdan önce ezberlediğim merdivenlerden kayarak öğreniyordum.
en çok mahalledeki kürtlere özeniyordum. benim bilmediğim bir dili,amed'in baharlarından avlularındaki karaduta taşıdıkları, o karadut o güne kadar yediğim en güzel meyve olduğu, iki evi birleştiren avluda su toplamak için bir havuz olduğu ve daha pek çok şey için özeniyordum.
sobaları seviyordum, kedileri asla. sobada ayva pişirmenin sevincini seviyordum, soba kapağının yapışıverdiği yanağımdaki izi asla. anneannemi seviyordum, sevdiklerimi tespih tanelerine dizip cebimde taşımak istiyordum, olmuyordu, sevginin cepte taşınmayacağını, cebimde olmayan "para"yla bağlantısı olmadığını, tespih tanelerinin boncuk halinin daha güzel olduğunu anlıyordum.
sobaları seviyordum, gecekonduların bacalarından yayılan dumanı da. sonra "kaçak kömür kullanımı yüzünden hava kirliliği artıyor" deniyordu televizyonlardan; "kaçak olmayan kömür" bacadaki dumanı susturuyordu, anlamıyordum.
anneanne mantısı vardı çocukluğumda. sonradan öğreniyordum "anneanne" eklemesinin, "kıymasız" demek olduğunu, hamuru yoğuruyordunuz, haşlıyordunuz, yoğurt, salça.. sobada kaçak kömür varsa "kıyma" pek de gerekli gelmiyordu. anneanne mantısı benim karşı çıkışımdı.
ben ilk ve tek karadut ağacımı kürtlerin bahçesinde görmüştüm. onlarda 4 çocuk, bir de ben, eee misafirsin altı üstü, yılda 2-3 karaduta herşeyimi verirdim. ne zaman bir yerlerde avuç avuç karadut yeme şansım olsa, yiyemiyor duruyordum. kürtler mahalleden taşınıyordu, ağızlarını bıçak açmıyordu. ağıt yakmak nedir bilmiyordum, ben kürtlerin isyanı bileyen bakışlarını görüyordum. mahalle susuyor, ben soruyordum.
adımı öğrenmiştim artık, yazıyordum da. ben hala soruyordum. artık karaduta dokunmam, havuza bakıp hayal kurmam yasaktı. kürtler gitmiş, bahçe başkalarının olmuştu. o zamana denk geldi, onun sorularımı yanıtlamaya başlaması. şöyle de denebilir, sorularıma yaşamı önüme sererek karşılık veriyordu. hayat bilgisi derslerinde "çekirdek aile" yoktu artık. "milli tarih"e ,"milli coğrafya"ya dönüşüverecek bir dersi müfredattan kaldırarak girmişti sınıfa. mavi gözlü dev'i okumuştu, ben hanımellerinin hepsini yolmak istemiştim. dizim acıyordu, acıyordum...
çocukluğumu kanayan bir yara halinde bırakmıştım. düşlerim düşüyordu, sanki ben düşüyordum. çocukluğumu ben kaçak kömürlerle, anneanne mantılarıyla, karadutlarla bezemiştim. birileri bu kilimi sökmeye çalışıyordu. inatçıydım, her "çocuk" gibi....
bir müzik dersiydi; "şimdi" dedi mavi gözlü dev, "size yazdıracaklarım sizin için değil, aileniz okusun diye yazdırıyorum.":
"dünyanın en tuhaf mahluku
akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarcasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içinde olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! "
merak içindeydim, anlamıştım. anneanneme okudum, sustu;dedem de... sonra anneanne mantısı yedik, kaçak kömürlü sobamızın karşısında. ben ertesi gün mavi gözlü devin anlatacaklarını bekliyordum...
okulun önü kalabalıktı. okulun önü hiç görmediğim kadar kalabalıktı. birilerinin postal sesleri başkalarınınkine karışıyordu. hayat bilgisi dersi milli tarih'e dönüşüyor, ortalık haki yeşil oluyordu. mavi gözlü dev, cücelerin arasındaydı. ne kadar kalabalık, ne kadar hızlıydılar. kafasını eğip haki yeşili bir cipin eksozuyla boğdular onu, arabaya yetişmeliydim. o jeep'e yetişmeli, onu oradan çıkartmalıydım. koşuyordum, okulun zili çalıyordu. ders:milli tarih. o yokuşu bir türlü tırmanamıyordum, düşüyordum, dizlerim.. dizlerim acıyordu, acıyordum...
çocukluğumu o yokuşta kanayan bir yara halinde bıraktım. hiç haber alamadığım mavi gözlü dev ve karadutlar, ne zaman düşlerim düşmeye başlasa ayağa kaldırıyorlardı beni. sorularımın yanıtlarını, postal seslerinin uzağında, ezbere bildiğim merdivenlerde buluyordum. her "çocuk" gibi inatçıydım.
önce yapraklar yeşili unutuyordu, sonra, merdivenlerini kendi adımdan önce ezberlediğim o yol karla kaplanıyordu. kış geliyordu. geliyordu kış, adım adım, "ad"ımı merdivenlerin yerinden daha sonra öğrenmiştim.
hayat bilgisi derslerinde çekirdek ailenin tanımını ezberlemiştim. köşebaşındaki bakkal, dışardaki soğuğu iyice kanıtlamak ister gibi, çekirdek kavuruyordu. çekirdeğin tuzu, dizimi acıtıyordu. acıyordum...
ben çocukluğumu kanayan bir yara halinde bırakmıştım. "şirinler"i izleyip komşu evlerde "şirin baba" olmak istiyordum, "gölgelerin gücü adına" diyebilecek kadar he-man olmayı ve voltran'ı oluşturmayı istiyordum. yaşamı, kendi adımdan önce ezberlediğim merdivenlerden kayarak öğreniyordum.
en çok mahalledeki kürtlere özeniyordum. benim bilmediğim bir dili,amed'in baharlarından avlularındaki karaduta taşıdıkları, o karadut o güne kadar yediğim en güzel meyve olduğu, iki evi birleştiren avluda su toplamak için bir havuz olduğu ve daha pek çok şey için özeniyordum.
sobaları seviyordum, kedileri asla. sobada ayva pişirmenin sevincini seviyordum, soba kapağının yapışıverdiği yanağımdaki izi asla. anneannemi seviyordum, sevdiklerimi tespih tanelerine dizip cebimde taşımak istiyordum, olmuyordu, sevginin cepte taşınmayacağını, cebimde olmayan "para"yla bağlantısı olmadığını, tespih tanelerinin boncuk halinin daha güzel olduğunu anlıyordum.
sobaları seviyordum, gecekonduların bacalarından yayılan dumanı da. sonra "kaçak kömür kullanımı yüzünden hava kirliliği artıyor" deniyordu televizyonlardan; "kaçak olmayan kömür" bacadaki dumanı susturuyordu, anlamıyordum.
anneanne mantısı vardı çocukluğumda. sonradan öğreniyordum "anneanne" eklemesinin, "kıymasız" demek olduğunu, hamuru yoğuruyordunuz, haşlıyordunuz, yoğurt, salça.. sobada kaçak kömür varsa "kıyma" pek de gerekli gelmiyordu. anneanne mantısı benim karşı çıkışımdı.
ben ilk ve tek karadut ağacımı kürtlerin bahçesinde görmüştüm. onlarda 4 çocuk, bir de ben, eee misafirsin altı üstü, yılda 2-3 karaduta herşeyimi verirdim. ne zaman bir yerlerde avuç avuç karadut yeme şansım olsa, yiyemiyor duruyordum. kürtler mahalleden taşınıyordu, ağızlarını bıçak açmıyordu. ağıt yakmak nedir bilmiyordum, ben kürtlerin isyanı bileyen bakışlarını görüyordum. mahalle susuyor, ben soruyordum.
adımı öğrenmiştim artık, yazıyordum da. ben hala soruyordum. artık karaduta dokunmam, havuza bakıp hayal kurmam yasaktı. kürtler gitmiş, bahçe başkalarının olmuştu. o zamana denk geldi, onun sorularımı yanıtlamaya başlaması. şöyle de denebilir, sorularıma yaşamı önüme sererek karşılık veriyordu. hayat bilgisi derslerinde "çekirdek aile" yoktu artık. "milli tarih"e ,"milli coğrafya"ya dönüşüverecek bir dersi müfredattan kaldırarak girmişti sınıfa. mavi gözlü dev'i okumuştu, ben hanımellerinin hepsini yolmak istemiştim. dizim acıyordu, acıyordum...
çocukluğumu kanayan bir yara halinde bırakmıştım. düşlerim düşüyordu, sanki ben düşüyordum. çocukluğumu ben kaçak kömürlerle, anneanne mantılarıyla, karadutlarla bezemiştim. birileri bu kilimi sökmeye çalışıyordu. inatçıydım, her "çocuk" gibi....
bir müzik dersiydi; "şimdi" dedi mavi gözlü dev, "size yazdıracaklarım sizin için değil, aileniz okusun diye yazdırıyorum.":
"dünyanın en tuhaf mahluku
akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarcasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içinde olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! "
merak içindeydim, anlamıştım. anneanneme okudum, sustu;dedem de... sonra anneanne mantısı yedik, kaçak kömürlü sobamızın karşısında. ben ertesi gün mavi gözlü devin anlatacaklarını bekliyordum...
okulun önü kalabalıktı. okulun önü hiç görmediğim kadar kalabalıktı. birilerinin postal sesleri başkalarınınkine karışıyordu. hayat bilgisi dersi milli tarih'e dönüşüyor, ortalık haki yeşil oluyordu. mavi gözlü dev, cücelerin arasındaydı. ne kadar kalabalık, ne kadar hızlıydılar. kafasını eğip haki yeşili bir cipin eksozuyla boğdular onu, arabaya yetişmeliydim. o jeep'e yetişmeli, onu oradan çıkartmalıydım. koşuyordum, okulun zili çalıyordu. ders:milli tarih. o yokuşu bir türlü tırmanamıyordum, düşüyordum, dizlerim.. dizlerim acıyordu, acıyordum...
çocukluğumu o yokuşta kanayan bir yara halinde bıraktım. hiç haber alamadığım mavi gözlü dev ve karadutlar, ne zaman düşlerim düşmeye başlasa ayağa kaldırıyorlardı beni. sorularımın yanıtlarını, postal seslerinin uzağında, ezbere bildiğim merdivenlerde buluyordum. her "çocuk" gibi inatçıydım.