insanoğlu zayıf bir varlıktır. çevresini ve kendisini hayvanlardan farklı algılamaya başladığından beri, bu zayıflığın farkındalığı onun hep korku içinde yaşamasına sebep olmuştur. doğadan, ve daha çok da bizzat kendi türünün yarattığı tehlikelerden sırtını kollamak durumunda kalmıştır daima. ilk başlarda yıldırımdan korkarken, daha sonra sel baskınlarından korkmaya başlamıştır. şimdilerde ise kuş ve domuz gripleri ile tehdit etmektedir doğa onu. ilkel çağlarda yağmacılık iken en büyük tehdit, savaş yerini almıştır insanoğlu toplumsallaştıkça yağmacılığın yerini. ama, herhalde hiçbir toplumsal tehdit nükleer savaş ihtimali kadar büyük travma yaşatmamıştır insanlığa. ben, insanoğlu ilerledikçe korkularının da büyüdüğünü göz önüne alarak, gelecekte de bu durumun devam edeceğini düşünüyorum. sonuçta, biz ne kadar büyürsek büyüyelim, doğa daima bizden daha büyük olacak. (insanın bizzat kendi eli ile yarattığı savaş, sömürü vb. sorunlar, görece çözümü daha ihtimal dahilinde sorunlar.)
toplumu sürekli paranoya halinde tutan bu korkuların pek çok toplumsal sonucu vardır. dinin temelinde doğa karşısındaki çaresizlik hissinin yattığına inanmaktayım örneğin ben. bireylerin bir gruba dahil olma istekleri, dahil oldukları grupları usdışı bir şekilde değerlendirmeleri de aynı temele dayanmaktadır zannımca.
mükemmellik isteği de aynı ruh halinin bir sonucudur. yüzünü çevirdiği heryerde kendisine yönelmiş tehditlerden başka bir şey görmeyen insan, mükemmel olmak ister; hiç bir varlığın kendisini incitemeyeceği kadar mükemmel. başkalarının adaletine muhtaç olmayacak kadar güçlü olmak hepimizin arzusu değil midir? bu yüzden, adaleti kendi elleri ile sağlayan dexter gibi, polat alemdar gibi karakterlere hayranlık duymaz mıyız?
biz, ne kadar mükemmel olmak istesek de, içinde yaşadığımız çevre kimsenin incitilemez olmadığı konusunda bizi kafamıza vura vura ikna eder. biz de, idealleştirilmiş hayali karakterler yaratırız. çevrelerinden etkilendiklerinden daha fazla çevrelerini etkileyen; korktuğundan daha fazla korkulan; başkalarına duyduğu saygıdan daha fazla saygı duyulan karakterler. örneğin heakles, örneğin akhileus, örneğin rüstem, örneğin süpermen. bu karakterler, bize, küçük de olsa bir gün onlar gibi olabileceğimiz ihtimali olduğunu düşündürür. en azından, hayal aleminde kendimizi onların yerine koyarak mükemmellik hissini tadmamızı sağlarlar.
hayali bir süper kahraman, herşeye rağmen hayali bir süper kahramandır yine de. hepimiz süpermen olmak isteriz, ama hiçbirimiz uçabileceğimize inanıp balkondan atlamayız. ya da derimize kurşun işlemeyeceğini düşünüp namlulara doğru çılgınca koşmayız akhileus'u örnek alıp; ya da, dexter'ı izleriz, ama neşteri kapıp sokaklarda tecavüzcü avına çıkmayız. bize daha gerçekçi karakterler lazımdır. bir gün gerçekten onlar gibi olma ihtimalimiz olan karakterler. normal insanlardan daha üstün olmasına rağmen, hala insan olan kahramanlar. insan olan bir üst-insan...
bazı insanlar, istisnai toplumsal koşullarda, biraz yetenekleri ile ve daha da çok talihleri ile ön plana çıkarlar. dönemlerinde onlar kadar yetenekli başkaları olabilse bile, genelde önderliğin getirileri sayesinde ünlenirler. zamanla toplumsal balık hafızalılığımız, bu bu tarihi kişiliklerin hikayelerinde boşluklar doğurur. bu boşlukları hayal gücümüz doldurur. tesadüfen, ya da belli bir konuya diğerlerinden daha fazla odaklandığı için ünlenen bu kalbur üstü insanlar, yukarıda bahsettiğim mükemmel insan ihtiyacımızı karşılamak adına azizleştirilirler. vasatın üzerindeki bir komutan, savaş tanrısına dönüşür; çağınnın önde gelen düşünürleri, zamanın ve mekanın ötesindeki bilgeler haline gelir hayal gücümüzün onların hikayelerindeki boşlukları doldurması ile. üstelik onlar, idealar aleminde yaşayan varlıklar da değildirler; tıpkı bizim gibi etten ve kemiktendirler. onlar gibi olma ihtimalimiz vardır her daim. onlar gibi olamasak bile farketmez. sonuçta onlar mükemmeldirler, her şeyin en doğrusunu bilir ve yaparlar. eğer yaşamları sırasında tanrılaştılarsa, onların peşine düşeriz sorgusuz sualsiz. her dediklerini tanrı sözü kabul ederiz. o mükemmel varlığın bize çobanlık yaparak bizi tehlikelerden koruyacağını umarız. eğer öldü ise, bu da o kadar büyük problem teşkil etmez. sonuçta, geriye bir öğreti ya da bir grup öğreni miras bırakmıştır söz konusu kişiler. öğretiye, ya da onun öğrencilerine körü körüne itaat, bizi en güvenli/en doğru yola ulaştıracaktır.
1800'lü yılların fransa'sında napolyon'un ölümünden sonra dönüştüğü efsane, en güzel örnektir düşüncelerime. sonuçta, sırf ismi bile imparatorluk yolunu açmadı mı yeğen bonopart'a. kırmızı ve siyah'daki julien'in napolyon hayranlığını nasıl açıklayabiliriz ki yukarıdaki yazdıklarımı reddedersek. ya da, bolivya köylülerinin bir materyalist olan che'yi kelimenin ilk anlamı ile aziz olarak görmelerine ne demeli?
totaliter rejimler, kitlelerin bu psikolojik zaafını sonuna kadar kullanırlar. ya doğal süreç içinde kült haline gelmiş liderleri; ya da sistematik propagandalar sonucunda tanrılaştırdıkları kişilikleri kalkan olarak kullanırlar iktidarlarına yönelecek tehditlere karşı. yaptıkları her şeyi o ''ulu öndere'' dayandırmaları yeter kitlelerin gözünde meşru kalabilmeleri için. yukarıdaki paragrafların birisinde ''öğreti ve öğrencilerden'' bahsetmiştim ya, kitlelere kendilerini o ''ebedi şefin'' öğretisine sadık öğrenciler olarak takdim ederler. yukarıda saydığım sebepler dolayısı ile de, kitleler, içinde bulundukları suuni huzur duygusunu tehlikeye atmamak adına, totaliter rejimlerin her yaptığını meşru kabul eder. en akıl almaz eylemleri bile, en çılgın mantık örgüleri ile haklı gösterirler/görürler. çünkü, yapılan her şey o kusursuz liderin adına, onun yolunda yapılmıştır. ve, önder yanılmaz. eğer önder yanılıyorsa, bu karanlıklarla dolu dünya'da kim yol gösterecektir artık bize.
sezar, napolyon, hitler, stalin sistematik olarak yaratılmış kültlere güzel birer örnek olsalar bile; ne nazi'ler, ne de stalin'in sbkp'si su dökemez kişi kültü yaratma konusunda kemalistlerin eline.
***
peygamberler de bu konuya dahil olmayı haketmektedirler ucundan tabi. ama onlar, zaten kendi kendilerini ululaştırdıkları için, onlardan bahsetmedim. her ne kadar sadece birer politik lider olmalarına ve peygamberlik iddiasında bulunmamış olmalarına rağmen kendilerinden sonraki nesiller tarafından peygamber ilan edilmiş kişilikler olsa da, konuyu dağıtmamak adına şimdilik görmezden gelelim bu konuyu.
toplumu sürekli paranoya halinde tutan bu korkuların pek çok toplumsal sonucu vardır. dinin temelinde doğa karşısındaki çaresizlik hissinin yattığına inanmaktayım örneğin ben. bireylerin bir gruba dahil olma istekleri, dahil oldukları grupları usdışı bir şekilde değerlendirmeleri de aynı temele dayanmaktadır zannımca.
mükemmellik isteği de aynı ruh halinin bir sonucudur. yüzünü çevirdiği heryerde kendisine yönelmiş tehditlerden başka bir şey görmeyen insan, mükemmel olmak ister; hiç bir varlığın kendisini incitemeyeceği kadar mükemmel. başkalarının adaletine muhtaç olmayacak kadar güçlü olmak hepimizin arzusu değil midir? bu yüzden, adaleti kendi elleri ile sağlayan dexter gibi, polat alemdar gibi karakterlere hayranlık duymaz mıyız?
biz, ne kadar mükemmel olmak istesek de, içinde yaşadığımız çevre kimsenin incitilemez olmadığı konusunda bizi kafamıza vura vura ikna eder. biz de, idealleştirilmiş hayali karakterler yaratırız. çevrelerinden etkilendiklerinden daha fazla çevrelerini etkileyen; korktuğundan daha fazla korkulan; başkalarına duyduğu saygıdan daha fazla saygı duyulan karakterler. örneğin heakles, örneğin akhileus, örneğin rüstem, örneğin süpermen. bu karakterler, bize, küçük de olsa bir gün onlar gibi olabileceğimiz ihtimali olduğunu düşündürür. en azından, hayal aleminde kendimizi onların yerine koyarak mükemmellik hissini tadmamızı sağlarlar.
hayali bir süper kahraman, herşeye rağmen hayali bir süper kahramandır yine de. hepimiz süpermen olmak isteriz, ama hiçbirimiz uçabileceğimize inanıp balkondan atlamayız. ya da derimize kurşun işlemeyeceğini düşünüp namlulara doğru çılgınca koşmayız akhileus'u örnek alıp; ya da, dexter'ı izleriz, ama neşteri kapıp sokaklarda tecavüzcü avına çıkmayız. bize daha gerçekçi karakterler lazımdır. bir gün gerçekten onlar gibi olma ihtimalimiz olan karakterler. normal insanlardan daha üstün olmasına rağmen, hala insan olan kahramanlar. insan olan bir üst-insan...
bazı insanlar, istisnai toplumsal koşullarda, biraz yetenekleri ile ve daha da çok talihleri ile ön plana çıkarlar. dönemlerinde onlar kadar yetenekli başkaları olabilse bile, genelde önderliğin getirileri sayesinde ünlenirler. zamanla toplumsal balık hafızalılığımız, bu bu tarihi kişiliklerin hikayelerinde boşluklar doğurur. bu boşlukları hayal gücümüz doldurur. tesadüfen, ya da belli bir konuya diğerlerinden daha fazla odaklandığı için ünlenen bu kalbur üstü insanlar, yukarıda bahsettiğim mükemmel insan ihtiyacımızı karşılamak adına azizleştirilirler. vasatın üzerindeki bir komutan, savaş tanrısına dönüşür; çağınnın önde gelen düşünürleri, zamanın ve mekanın ötesindeki bilgeler haline gelir hayal gücümüzün onların hikayelerindeki boşlukları doldurması ile. üstelik onlar, idealar aleminde yaşayan varlıklar da değildirler; tıpkı bizim gibi etten ve kemiktendirler. onlar gibi olma ihtimalimiz vardır her daim. onlar gibi olamasak bile farketmez. sonuçta onlar mükemmeldirler, her şeyin en doğrusunu bilir ve yaparlar. eğer yaşamları sırasında tanrılaştılarsa, onların peşine düşeriz sorgusuz sualsiz. her dediklerini tanrı sözü kabul ederiz. o mükemmel varlığın bize çobanlık yaparak bizi tehlikelerden koruyacağını umarız. eğer öldü ise, bu da o kadar büyük problem teşkil etmez. sonuçta, geriye bir öğreti ya da bir grup öğreni miras bırakmıştır söz konusu kişiler. öğretiye, ya da onun öğrencilerine körü körüne itaat, bizi en güvenli/en doğru yola ulaştıracaktır.
1800'lü yılların fransa'sında napolyon'un ölümünden sonra dönüştüğü efsane, en güzel örnektir düşüncelerime. sonuçta, sırf ismi bile imparatorluk yolunu açmadı mı yeğen bonopart'a. kırmızı ve siyah'daki julien'in napolyon hayranlığını nasıl açıklayabiliriz ki yukarıdaki yazdıklarımı reddedersek. ya da, bolivya köylülerinin bir materyalist olan che'yi kelimenin ilk anlamı ile aziz olarak görmelerine ne demeli?
totaliter rejimler, kitlelerin bu psikolojik zaafını sonuna kadar kullanırlar. ya doğal süreç içinde kült haline gelmiş liderleri; ya da sistematik propagandalar sonucunda tanrılaştırdıkları kişilikleri kalkan olarak kullanırlar iktidarlarına yönelecek tehditlere karşı. yaptıkları her şeyi o ''ulu öndere'' dayandırmaları yeter kitlelerin gözünde meşru kalabilmeleri için. yukarıdaki paragrafların birisinde ''öğreti ve öğrencilerden'' bahsetmiştim ya, kitlelere kendilerini o ''ebedi şefin'' öğretisine sadık öğrenciler olarak takdim ederler. yukarıda saydığım sebepler dolayısı ile de, kitleler, içinde bulundukları suuni huzur duygusunu tehlikeye atmamak adına, totaliter rejimlerin her yaptığını meşru kabul eder. en akıl almaz eylemleri bile, en çılgın mantık örgüleri ile haklı gösterirler/görürler. çünkü, yapılan her şey o kusursuz liderin adına, onun yolunda yapılmıştır. ve, önder yanılmaz. eğer önder yanılıyorsa, bu karanlıklarla dolu dünya'da kim yol gösterecektir artık bize.
sezar, napolyon, hitler, stalin sistematik olarak yaratılmış kültlere güzel birer örnek olsalar bile; ne nazi'ler, ne de stalin'in sbkp'si su dökemez kişi kültü yaratma konusunda kemalistlerin eline.
***
peygamberler de bu konuya dahil olmayı haketmektedirler ucundan tabi. ama onlar, zaten kendi kendilerini ululaştırdıkları için, onlardan bahsetmedim. her ne kadar sadece birer politik lider olmalarına ve peygamberlik iddiasında bulunmamış olmalarına rağmen kendilerinden sonraki nesiller tarafından peygamber ilan edilmiş kişilikler olsa da, konuyu dağıtmamak adına şimdilik görmezden gelelim bu konuyu.