her şey mevlana'nın istisnasız herkesi dergaha davet etmesiyle başladı. sonra birer birer çoğaldılar.

bir hikaye anlatmak isterim...

bir gün paris'te bir adam, uçak bileti sağlayıcısı bir şirketten içeri girdi.

yaz dönemi doluluğundan müzdarip çalışanların içinden en az kalabalık masayı seçerek ilerledi.

birkaç günlük iş gezisi için geldiği paris'ten istanbul'a dönüş işlemlerini yaptırmak istediğini belirtti pasaportunu uzatırken.

orta yaşlı kadın evrakları aldı. bilgisayar ekranında birkaç klikten sonra sayfaları çevirdi.

ve durdu.

gözleri pencereye çarpan yağmur damlalarının birer yansıması gibiydi.

kafasını kaldırdı.

ve sordu:

- pınarın suları hala soğuk mu?

adam durakladı.

kadının yaka kartına baktı. içinden okudu:

- narine.

o köyü biliyorum, o pınarı da. oradanım.

1918'demi sonra mı önce mi bilemem.

ama köyün sahipleri bir şekilde gittiler. dünya'nın bilinmedik yerlerine.

evleri orada ayakta duruyor hala. tozlu ve örümcek ağı bağlamış konakları...

belki bir şeyler bırakmışlardır diyerek yıkılmış duvarlarını saymazsak.

içine yerleşilenler de var.

o pınarın suyu hala soğuk.

içtim.

ama burada değiller.

gittiler.

soykırım mıdır bilemem.

ama şunu bilirimki, evet. o pınar halen orada.

o pınarın sularıyla yeşeren bir elma ağacı düşlüyorum.

dalından koparılınca, elma çürür, ölür, yok olur.

o evler orada, pınar da öyle...

ve hala soğuk.