- silah verin, bana silah verin! öldürecem bu adamı! diye bağırdı.

yaşlı adam değirmi çehresini çevreleyen beyaz sakalını sıvazlaya sıvazlaya kalın sütunlardan birinin dibine ilişiverdi. berikinin sesi caminin avlusunu çınlatmaya devam ediyordu. "öldürecem! öldürecem!" ortada, yeşil yaprakları göğe açılmış eller gibi yükselen koca çınar, kenarda ihtişamlı türbesiyle caminin avlusu utancını alıyor, bir duvarından ötekine çarpıyor, her çarpışta büyütüyor, en sonunda utancı bütün avluya doluyor; kaçacak yer kalmıyordu. avlunun yüzyıllık nizamını bozan deli bağrışlar yaşlı adamı taş sütuna yapıştırdı. bir yandan şu delinin ettiği rezilliğe utanıyor, bir yandan sözlerin tüm münasebetsizliğine rağmen içlerinde barındırdığı saf kinin muhatabı olmanın acısını sindirmeye çalışıyor; bu iki büyük duygunun arasında, dindar kimliği de camiye ettikleri saygısızlığa yanmaktan geri kalmıyordu. taş sütuna 'beni içine al' dercesine daha bir yapıştı. avlunun kadim şarkısını taciz eden ses çınladıkça kulaklarında, eriyip kaybolmak, kendinden çıkıp başka bir canlıda hayat bulmak istedi; oğlunun sesi bir ağu gibi akarken içine...

insan ne zaman kaçmak istese en imkansız yerlere gitmek ister. çünkü gidesi yoktur. oysa bir adım atsa gitmiş olacaktır, o da avludan çıkıp camiyi terk edemedi. biliyordu ki gitse bu ses kulaklarını terk etmeyecek. sığındığı şuracıkta sesin kesilmesini bekleyedurdu...

ne zaman bu kadar çıkar olmuştu sesi? dokuz çocuğundan dördüncüsü, beş oğlundan üçüncüsüydü mustafa. delikanlı olduğu günleri görememişti, o vakitler hafız olsun diye başka bir memleketteydi evladı, lakin yanıbaşında olsaydı da dikkat etmezdi. hayat gailesi, geçim sıkıntısından değil... çok şükür doyacak kadar yiyor kanacak kadar içiyor geçinip gidiyorlardı. ama kendini nefis terbiyesine vereli evlat terbiyesini hanımın ellerine teslim etmişti. oğlanların boy atmaları, kızların serpilmeleri uzak bir akrabanın hafızasındaki kadar yer etmişti onun hafızasında da. seviyordu sevmesine; baba evladını sevmez mi? ama dedik ya geçmişe mazi olmuşa razı; ilgilenememişti çocuklarıyla. ya da kim bilir, yetirmeyeceğinden eşit bölüştüremeyeceğinden korkmuştu. zahir öyle bir işe kalkışsaydı en az payı mustafa'sı alırdı herhalde. yüzünün güzelliğini vücudunun güzelliğinden çalmışlar gibi çelimsiz, cansız bir çocuktu. sesi çıkmaz çıktığında ettiği laf duyulmazdı.

hafız ve delikanlı olup memlekete döndüğü gün anlamıştı. eğilmiş başı kısılmış sesiyle aklından neyin geçtiği, kalbini neyin titrettiği belli olmayan oğlunun kaderini bir çırpıda çizmişti. bir iş bulup yerleştirmeli, vakti gelince de evlendirmeliydi. yuvasını kursun orada palazlansın. hemen bunca yıl ihmal ettiği oğlunu şefkatli kollarına aldı. mustafa ağzını açarken babasına bakıyor, onun lafını kendi lafı biliyordu. kimse bilmiyordu o ne der, o da bilmiyordu kendi ne der?

birkaç yıla kalmadan bir köye imam gitti mustafa. evden yeniden ayrı düştüğünde yokluğunu fark etti babası. oralarda tek başına ne yapacağının tasasına düştü. gitti, geldi. karıştırdı, derledi, topladı oğlunun hayatını. bir yandan anasına kız arattırdı. babasının kollayıcı himayesinde olmadığı zamanlarda mustafa da bunca yıl içinde biriktirdiğini dağa taşa döküyordu. lakin ona bir şeyler olmaya başlamış, sesi artık başka zamanlarda da içinden yükselir, dışarı taşmak ister olmuştu. bağırası çağırası geliyor, bu isteği tutamadığı zamanlarda bağırıp çağırıyordu. köyün muhtarının fettan gelini, yüzünün güzelliğine dayanamayıp kendini ona sunduğu, mustafa'nın edebinden kızarıp başını öne eğmesiyle çılgına dönüp üzerine atıldığı gün de tutamamıştı sesini. gelinin gazabından delicesine bağrışlarıyla kurtulmuştu.

hayırlı kısmetin bulunduğu günlerde, köyden garip bir haber geldi. mustafa ona buna sebepsiz çatıyor, evinde duvarlarla kavga ediyor, bazen de eskiden hep olduğu gibi sessizliğe gömülüyordu. babası koştu, aldı oğlunu. apar topar nişanladı ve izlemeye koyuldu. mustafa yeniden babasının himayesine girince sesi kesildi. bu sefer de eli ayağı tutmaz oldu. ruhunda bastırdığı maraz bedeninden çıktı. titriyor, yürüyemiyor, bazen gözü görmez oluyordu. çareyi hekimde aramaya karar verdi babası. onlara çözülmez bir esrar gibi gelen hastalık hekimin aynasında tüm şirretliğiyle kendini ayan beyan gösterdi. mustafa'nın sinir hücrelerinin kılıfına bir şeyler olduğunu anladı babası onca yabancı kelime arasından. bu geri dönüşü olmayan ve hep kötüye giden bir hastalıktı. sebebi belli olmadığı gibi dermanı da belli değildi. anladı ki oğluna çizdiği kaderin bir köşesine kendininkini de ekleyecek; evladının sıkıntısına o omuz atacak, emri hak vaki olana kadar biri için, ikisi bir olacaktı. nasıl delikanlı olduğunu göremediği oğlunun nasıl vakitsiz yaşlanacağını, belki eriyip gideceğini görecekti.

mustafa hasta olduğunu, hastalığının ne olduğunu öğrendiği gün yıllarca üzerinde taşıdığı suskunluk kıyafetinden sıyrıldı. çıplak kaldı. geçen yıllardan içinde ne kaldıysa, kırılıp parçaları yanlış yapıştırılan bir vazo gibi şekilsiz, izansız çıkmaya başladı ağzından. duyanlar önce hayret sonra pes etti. kulaklarını tıkayıp sağır oldu herkes. mustafa'yı taze geline değil, artık kendine nikahlamış olan babası sağır olamadı bir tek. olamazdı. ne yaptığını bildiği ne yapmadığını bilemediği oğlunun yoldaşlığına esir oldu. zaman onları bu caminin avlusuna taşıdı...

deli bağrışlarının hedefini şaşırıp, ona garip garip bakan yabancı adamlara kadınlara isabet ettiğini anlayan mustafa birden sustu. onu hiçbir zaman sevmeyen; sevmiş olsa da saymayan, insan yerine koymayan kötü babasını aradı. giriş kapısının yanındaki sütunun kenarından bacağını gördü. ona doğru yürürken zalim babasının ona ne yaptığını hatırlayamaz olmuştu. yanına vardığında yaşlı adamcağız da hangi günahının bedelini ödediği sorusunun kim bilir kaçıncı kez cevabını bulamamıştı. oğlunun sakin yüz ifadesini görünce usulca ayağı kalktı. koluna girdi ve onun bir adım atmasını bekledi, mustafa camiye yönelince beraber yollandılar.

- istemiyorsan abdest alma oğlum, abdestsiz de kılarsın, sana günah olmaz hem...

.........